Söyleşi: Melisa KESMEZ

Gezi Parkı hayatımızın her kuytusuna sızdı. Konunun hangi tarafında olursan ol, “Gezi” denince aklımıza düşen resimler, fikirler, duygular, kokular geçtiğimiz bahardan bugüne epey değişip dönüştü. Ve “dil” ya da “söylem” elbette bu meselede herkesten rol çaldı. Kelimeler ister muktedirin ağzından dökülsün, ister sokaktaki insanın, uzun zamandır şahit olmadığımız derecede büyük görevler üstlendi. Hem iktidarın hem de ona karşı durmanın aracı oldu.

Savaş Kılıç’la bir ideolojik aygıt, bir iktidar silahı olarak dili konuştuk ve elbette o dilin karşısına cesurca dikilen, son dönemde en çok sokakta üretilip sosyal medyada dolaşıma giren gündelik dili…

 

A graffiti seen on a wall shows Turkey's

 

 

 

 

 

 

 

Gezi sürecinin hem gündelik hem de resmi dile etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Öncelikle “dil” ile “söylem” arasında ayrım yapmak lazım. Türkçede dil kelimesi pek çok anlama geliyor: Örneğin, “Proust’un dili” dediğimizde kastımız çoğunlukla “üslup”tur. Keza “iktidarın dili”nden söz ettiğimizde de kastımız genelde “söylem”dir. En azından ben böyle anlıyorum, soruyu da o minvalde cevaplamaya çalışacağım.

Bu tür toplumsal olayların “dil” üzerinde etkisi olsa bile kendini çok uzun vadede gösterir. Dolayısıyla sürecin gündelik dile bir etkisi olduğunu sanmıyorum. Daha doğrusu, şöyle bir etkiden söz edilebilir şimdilik: Gezi kelimesinin yeni bir anlamı ortaya çıktı ve kullanım sıklığı arttı; bir tür eksiltme sonucunda artık “gezi” denince kasıt genellikle “Gezi Parkı” veya “Gezi Parkı’nın yıkılması tasarısı dolayısıyla meydana gelenler” oluyor.

Resmi söylem üzerindeyse “ifşa edici” bir etkisi olduğu söylenebilir. Söylemin, kravatını ceketini atıp kollarını sıvadığını, kavgaya tutuştuğunu gördük. Zor zamanlarda başvurduğu eski silahlarından birini çekti hemen: Protestoculara “çapulcu” dedi, ki, Osmanlı seçkinlerinin Paris Komünü sırasında da isyancıları “yağmager” (yani, birebir “çapulcu”) diye nitelediğini biliyoruz.

Peki, iktidarın dili kullanma şekline dair tespitleriniz neler? Bir iktidar aracı olarak dilden nasıl faydalanıyorlar?

Nazilerin dili ideolojik bir aygıt olarak kullanmasına (aynı zamanda, dilin zaten hep ideolojik bir aygıt olmasına) dair çok güzel bir kitap çevrildi dilimize: Klemperer’in LTI’si (çev. Tanıl Bora, İletişim Yayınları). Orada beni en çok çarpan, Nazilerin “ironik” denen tırnak kullanımıydı: Ötekinin vasfı tırnak içine alınır, Almanınkiyle aynı hizaya yazılmaz, sınıf düşürülür ve böylece yalnız eşitliği değil insanlığı da reddedilir. Erdoğan’ın başvurduğu “biz” ve “bunlar” ayrımında da benzer bir yan vardı, diye düşünüyorum: Protestoculardan “bunlar” diye söz ederek onları ötekileştirmekle kalmıyor, ayrıca şeyleştiriyor, nesneleştiriyordu. İnsanlıklarını ellerinden almak istiyor gibiydi. Protestocular Erdoğan’ın muhatabı değil de, olsa olsa politikalarının “nesnesi” olabilirlermiş gibi.

[pullquote]  İktidar genelde hedef göstermek istediği grubu yaftalayacak bir ibare arar. De Gaulle, 68 hareketi için “maskaralık”; Sarkozy de 2005 ayaklanmasının arifesinde “it kopuk sürüsü” diye tanımladığı banliyö gençleri için, olaylar devam ederken “voyou” (serseri, çapulcu) demişti. Bu tür sözler birer propaganda silahıdır.[/pullquote] İktidar genelde hedef göstermek istediği grubu yaftalayacak bir ibare arar. De Gaulle, 68 hareketi için “maskaralık”; Sarkozy de 2005 ayaklanmasının arifesinde “it kopuk sürüsü” diye tanımladığı banliyö gençleri için, olaylar devam ederken “voyou” (serseri, çapulcu) demişti. Bu tür sözler birer propaganda silahıdır. Yani, iktidar dili de bir silah gibi kullanmaya çalışır. Kelimelerin, posta güvercinleri gibi, iktidar sahiplerinin fikirlerini taşımasını isterler. Buna karşı, doğrusu, bizdeki direnişçiler zekice bir hamle yaptılar: İktidarın hakaret niyetiyle sarf ettiği “çapulcu” sözünü gururla benimseyip iktidarı “dilsiz,” yani silahsız bıraktılar. Tam da bu yüzden Erdoğan “zavallı kemirgenler” diye aşağılamaya devam etmek istedi, ama ne fayda!

Sokakta o dönemde duvarlara yazılıp çizilen, sloganı atılan dil neye denk geldi sizce?

Homojen bir söylem olmadığını belirtmek lazım. Bu da anlaşılabilir bir durum. Belki en doğrusu, sokağın söylemini simgeleşen bazı tezahürleriyle değerlendirmek: “Bağzı” imlası, bunların başında geliyor. İlk okuduğumda “İmlayı da devirdik, çok şükür,” demiştim. Bir şeyin devrildiği yok elbette. Ama bu kendiliğinden “devrimci” imla, hareketin simgelerinden biri oldu.

Başka sloganlara baktığımızda, söylemin en dikkat çekici yanı üslupça gündelik, teklifsiz olmasıydı. Epik falan olmaya çalışmadan, arkadaşlar arasında konuşur gibi: “Korkma la, biziz, halk” sloganı, sözgelimi, sadece müdanasızlığıyla değil, hakikati olanca çıplaklığıyla gözler önüne sermek için seçtiği o minimalizmiyle de şahaneydi. Keza “Haberim yokmuş gibi sık, keke” de muzipliğinin yanı sıra Kürtçe “keke”ye kucak açmasıyla özel ve güzeldi.

Bu söylemin üslubunun neye denk düştüğüne dair yeni ve dişe dokunur bir şey söyleyemeyeceğim. Sadece bir muhatabı olarak bu “dil”in bana “genç” geldiğini belirtebilirim. Öyle sanıyorum ki sanal âlemde bilenmiş ve sivriltilmiş.

Özellikle yeni neslin yoğun olarak kullandığı mecralarda oluşan “yeni dil” size ne anlam ifade ediyor?

Sokağa çıkınca çok işe yarıyor! Sloganlaşmaya, duvarlara yazılmaya, paylaşılmaya çok elverişli ifadeler üretebiliyor bu “yeni dil.” Hemen fotoğrafı çekilip sanal âleme geri döndürülüyor, orada ikinci kez dolaşıma giriyor. Sözlerinin unutulmamasını, hafızalarda iz bırakmasını istiyor. Bir ölçüde başarıyor da bunu. Bu yanıyla edebi söyleme benziyor biraz. Onun tekniklerini kullanıyor kısmen. Edebiyatın sözüne de ihtiyaç duydukça başvuruyor; dizeler alıntılıyor mesela. Ama, edebiyat söyleminin aksine, amacı ebediyete falan ulaşmak değil. Sadece hoş bir anı olmak istiyor. Biraz çapkın bir söylem yani. Bu haliyle, pek çok kimse gibi bana da sevimli geliyor.

TDK bütün bu olan bitenin arasında ne noktada, nasıl bir işlevi var peki?

TDK sonuçta dile devlet namına çekidüzen versin diye oluşturulmuş bir kurum. Olaylar sırasında çapulcu sözcüğünün anlamını hemen değiştirip değiştirmediğini, basılı kaynaklarla karşılaştırarak doğrulamaya fırsatım olmadı. Ama tanımı siyasi otoritenin işine gelecek şekilde değiştirmesi hiçbirimizi şaşırtmaz herhalde. Çünkü, iddiaların aksine, akademik bir kurum olmadığını biliyoruz (hoş, olsa ne yazar, onların da hali ortada). Ben bu tür kurumların varlığını tehlikeli buluyorum. Direnişçilerden “TDK yıkılsın, yerine ağaç dikilsin” önerisinin gelmesi an meselesiydi belki de, kim bilir…

Sabitfikir dergisi, 18 Kasım 2013