Söyleşi: Damla Göl

Lars Svendsen’in “Sıkıntının Felsefesi” ve “Korkunun Felsefesi” adlı kitaplarında da sizin imzanız var. Üslubuna nispeten alışkın olduğunuz bir yazarı çevirirken neler yaşadınız? Bu çeviri süreçlerinde yazarla iletişime geçmeniz gerekti mi hiç?

Murat Erşen: Aslında iki kitabın çevirisi arasında yaklaşık 10 yıl var. Sıkıntının Felsefesi’ni 2007’de, Korkunun Felsefesi’ni ise 2017’de çevirdim. Gerçi bunun hemen ardından yine Svendsen’in Yalnızlığın Felsefesi’ni çevirdim ve Kötülüğün Felsefesi’nin de editörlüğünü üstlendim. Yakında Özgürlüğün Felsefesi’nin çevirisine girişeceğim.

Svendsen’in ilk kitaptan itibaren benimsediği, çok da zorlayıcı olmayan bir üslubu var. Stratejisi banalliğe ya da bayağı bir popülerliğe kaçmadan ele aldığı meseleyi zengin olduğu kadar anlaşılır olmasına da dikkat ettiği bir çerçevede vermek. Diğer kitaplarında da bu stratejiyi ve üslubu koruyor. Ben genelde (Jean-Luc Nancy, Jean-Luc Marion, Jacques Lacan gibi çağdaş Fransız düşüncesinin temsilcilerine ait) çok daha ağır metinlerle uğraştığım için doğrusunu söylemek gerekirse Svendsen beni zorlayan bir yazar değil, hatta diğer çeviriler arasında bir dinlenme vesilesi. Zira sonu gelmez, içe içe geçmiş cümleler, dil oyunları, kavramsal yaratımlar, zımni göndermeler onun tasarısına aykırı. O daha ziyade seçtiği konuyla ilgili geniş bir kaynakçayı tarayarak, farklı disiplinlerden ve bakış açılarından zihin açıcı bir bütün ortaya çıkarmaya çalışıyor. Hatta sık sık anketlerden istifade ederek klişeleri tartışma konusu yapıyor. Ayrıca ben de felsefeci olduğum için, kavramsal olarak da büyük bir zorluk çekmiyorum. Kısacası Svendsen’le iletişime geçmemi gerektirecek denli ciddi bir sıkıntı yaşamadım.

Svendsen pek çok yazara ve metne de atıfta bulunuyor. Dönüp o konularda da araştırma yapmanız gerektiğinde hangi kaynaklara başvurdunuz?

Murat Erşen: Svendsen Norveçli ama büyük oranda enternasyonel bir dil kullanıyor. Bunu şu anlamda söylüyorum: Kendisi felsefeci olduğu için temaları (sıkıntı, korku, kötülük, yalnızlık, özgürlük vs.) felsefi kavram olarak koyuyor ama sonra disiplinlerarası bir şekilde işliyor, edebiyat, sosyoloji, sinema gibi alanlar arasında mekik dokuyor. Bunu yaparken, sürekli farklı dillerde kalem oynatan yazar ve düşünürlere atıfta bulunuyor ve çok sayıda kitaptan alıntı yapıyor. Ben ilkini (Sıkıntı) Fransızca baskısından, ikinci ve üçüncü kitabı (Korku, Yalnızlık) ise İngilizcesinden çevirmiştim. Ama her üç kitabı çevirirken de, eğer yaptığı alıntılar Türkçeye çevrilmiş kitaplarda yer alıyorsa, bunları bulup künyelerini verdim, yani sözgelimi Heidegger’den yapılan alıntıyı Fransızcasından ya da İngilizcesinden çevirmek yerine Almancadan çevrilmiş Türkçe baskısından bulup ondan yararlandım ve dipnot olarak da sayfa sayısına kadar künyesini verdim. Yüzlerce alıntı olduğu için bu bir miktar uğraştırdı ama çevirinin selameti için daha münasip bir yoldu. Ayrıca bu vesileyle birçok kitabın kapağını açtım, alıntıların önünü arkasını okudum, o bölümlerin nasıl çevrildiğini görmüş oldum ve tatmin olmadıklarım çıkarsa onlar üzerinde oynadım. Kısacası sık sık kitaplığımı karıştırmak için bilgisayarın başından kalktım ya da internette bol bol dolaştım. Neticede yüzlerce kitap kapsayan bir kaynakça ve birçok farklı dilden çevrilmiş alıntılardan oluşan bir doku çıktı ortaya.

Hep çok yalnız bir işimiz olduğundan bahsediyoruz. Bize bu esnada uğraştığımız, etkilendiğimiz metinler eşlik ediyor. Siz bu defa tam da yalnızlıktan dem vuran bir metinle uğraştınız. Peki, çevirmen böyle bir kitapla uğraşırken neler yaşar? Neler hisseder?

Murat Erşen: Doğrusu ben kendi adıma metinlerle duygusal değil, ussal bir ilişki kuruyorum. Çevirdiğim metinler de çoğunlukla bu yönde. Bir matematikle, bir bulmacayla uğraşıyorum. Bunu çözebildiğim ölçüde rahatlıyorum ve tatmin oluyorum. Öte yandan yalnızlık —ya da kitaptaki ilgili bölüme referansla daha doğru bir şekilde ifade edersek— tek başınalık benim sevdiğim bir hal. Dolayısıyla sıkıntı yalnızlıktan değil daha ziyade metnin kendisinden kaynaklanır. Bir türlü tatmin edici şekilde çözülmeye izin vermeyen metinler ardında nahoş bir tat bırakır. Sayfalar bal kıvamına gelip ağırlaştı mı sıkıntı başlar, çünkü çevirmen için en güzel şey layıkıyla kotarılmış bir sayfayı çevirip geride bırakmaktır. Son sayfasına bir türlü yaklaşamadığınız kitap bir süre sonra lanete, kabusa dönüşebilir.

Bu bakımdan sorun yalnızlık değil daha ziyade kitabın sıkıcı olup olmaması ya da talep ettiği fiziksel ve zihinsel yorgunluğun büyüklüğü (zira sonuçta çok büyük ihtimalle bunun hak ettiği karşılığı alamayacaksınız). O yüzden en güzel kitap, çevirmeye talip olduğunuz, layıkıyla son noktasını koyduğunuz ve okuyanlara gerçekten fayda sağlayacağına kani olduğunuz kitaptır. Bu koşullara yaklaşan bir çeviri süreci keyifliyken, bundan uzaklaştıkça baş belası haline gelir.

Üniversite eğitiminiz felsefe üzerine. Konulara aşinalığınız sizin çeviri kararlarınızı da etkiliyor muhakkak. Peki o günlerden bu güne oluşturmakta olduğunuz bir terimceniz, belli kelime seçimleriniz var mı?

Murat Erşen: Her şeyden önce sipariş üzerine çevirmektense, kendi istediğim kitaplara eğilmeyi tercih ediyorum. Temel ilgi alanım felsefe olduğu için, bu alanda çalışmayı seviyorum ve bunun daha verimli olduğunu düşünüyorum. Yine de felsefe uçsuz bucaksız bir alan, her filozof bir uzmanlık gerektirebiliyor. Normal koşullar altında, bir çevirmenin uzmanlık kazandığı bir çerçeve içinde hareket etmesi gerekir. Aynı kişinin koskoca bir geleneği tek başına kat etmesi mümkün değil. Gelgelelim son yıllarda yayıncılık piyasasının çığ gibi büyümesi ama bunu karşılayacak insan sermayesinin henüz var olmaması sebebiyle daha cüretkar davranmak zorunda kalıyoruz. Her zorlu çeviri bir meydan okuma, dolayısıyla bu cüretkarlığa bir hadbilirliğin, bir tevazunun eşlik etmesi gerekiyor. O yüzden cümleleri, kavramları kırk kere düşünmek, önceki çevirilere mutlaka müracaat etmek, internette sürekli araştırma yapmak, sözlükleri en yakınımızda tutmak şart. Zaman içinde elbette bir terimce oluşuyor, yine de her seferinde ilgili metinlere yeniden göz atmayı, sözlüğe tekrar tekrar bakmayı alışkanlık haline getirdim. Kelime seçimlerinde ise esnek olmaya çalışıyorum. Metin izin verdiği ölçüde olabildiğince çok kelime kullanmayı bir oyun olarak görüyorum, bunu seviyorum. Osmanlıca-Öztürkçe gerilimine takılmıyorum. Hangi kelimeler cümleyi daha doğru, daha anlaşılır ve daha edebi veriyorsa onu kullanmaya çalışıyorum. Bir de her yazarın kendi üslubu var. Buna da riayet etmeye çalışıyorum ama Batı dilleriyle Türkçe arasındaki söz dizimi farkı her zaman buna müsaade etmiyor, okurun her metni kolayca anlayabilmek gibi aslında kabul edilemez bir tutumu oluyor genelde. Bir metnin akıcı olması doğru çevrildiği anlamına gelmediği gibi büyük bir anlama çabası talep etmesi de kötü çevrildiğine delalet etmiyor. Çok kaba bir örnek verecek olursam, Proust’un 15-20 satırlık cümlelerini 10’a bölerseniz daha iyi anlaşılır belki ama o bence artık Proust olmaz, zira üslubu ölmüştür. Yine de son zamanlarda felsefe çevirilerinde üsluptan çok anlaşılırlığı ön plana çıkarma yönünde bir eğilimim olduğunu söyleyebilirim.

Bir çeviriyi kabul etme kararını nasıl veriyorsunuz? Kararınızı ve seçimlerinizi etkileyen faktörler nelerdir?

Murat Erşen: Çeviriye başladığımda uzun süre kendim çeviri yapıp, bunları yayınevlerine teklif ettim. Hâlâ da mümkün mertebe bu yolu tercih etmeye çalışıyorum. Tabii bunun şöyle berbat bir tarafı var, çevirmekte olduğum bir sürü metnin telifi başka yayınevleri tarafından alındı ve basıldı! O yüzden artık telif konusunda daha dikkatliyim. İkinci “sorun” da şu: Felsefe çevirileri hayli zorlu oldukları halde maddi getirileri hiç de doyurucu değil. Ama bu alanda “bilinir” hale gelince haliyle yayınevlerinden de sürekli bu yönde talep alıyorum. Çevirtmek istedikleri kitaplar da büyük ölçüde ilgi alanıma girdiği için zamanla böyle bir denge oluştu. Biraz daha fazla satacak kitaplar çevirsem hiç fena olmaz ama…

Teslim tarihleriyle aranız nasıl? Bir çalışma planınız, genelde uygulamaya çalıştığınız bir düzeniniz var mı?

Murat Erşen: Teslim tarihlerine eskiden çok daha fazla uymaya çalışıyordum. Ama bir zamandır fazla talep alıyorum ve beğendiğim bir metin söz konusuysa hayır demekte zorlanıyorum. Aynı anda üç beş çeviri arasında dolaşmak gibi bir durum doğuyor bir süre sonra ve ister istemez bazıları gecikmeye başladı. Yayınevleri mazur görsün artık ne diyeyim.