Bu yazı ilk olarak 4 Mart 2021’de K24’te yayınlanmıştır.
Elif Okan Gezmiş
Çeviri eserlerle az çok temas etmiş herkesin herhalde bir kitabı dilinden dolayı okuyamayıp bırakmak zorunda kalmışlığı vardır. Bu tür durumlarda genellikle fatura doğrudan çevirmene (“Çeviri çok kötü”) veya editöre/yayınevine (“Bu kitabı basmadan bir okusalarmış keşke”) kesiliyor. Metinle ilgili şikayetlerini e-posta yoluyla birebir yayınevine veya sosyal medyada yayınevini etiketleyerek herkesin bilgisine sunanlar oluyor. Nadir örneklerdeyse kitapta görülen sıkıntılar görece derli toplu bir yazıya dökülüyor. Fakat bu yazıların pek çoğu, çeviri eleştirisi gibi görünmekle beraber, birkaç çarpıcı hatayı ve birkaç tartışmalı kullanımı arka arkaya sıralamaktan öteye gitmiyor. “İyi” çeviriler hakkında duyduğumuz yegâne şeyse kitap tanıtım yazılarının son cümlelerinde peşisıra dizilen birkaç övgü sıfatından ibaret.
Çeviri eleştirisinin nasıl olması, neler barındırması gerektiği sorusu farklı ekoller bağlamında teorik düzeyde tartışılan, çalışılan bir konu. Bu yazı, bu tür bir akademik tartışmaya dahil olma maksadı taşımıyor. Bu bir yana, Türkçeleştirilmiş bir metinde kullanılan dilin güçlü ve zayıf yanlarını ele alan kapsamlı incelemelerden bir kitabın çevrilmesinde emeği geçen tüm aktörler kadar okurların da yararlanabileceği, hatta buna açık bir ihtiyaç olduğu kanısındayım. Dolayısıyla bu yazıda, “iyi” veya “kötü” çeviriden söz ederken aslında ne dediğimizi ve belki de ne dememiz gerektiğini tartışmaya açmayı amaçlıyorum.
Bu amaç doğrultusunda, çevirilere getirilen eleştirilerde sık sık şahit olduğum bazı meseleleri kabaca birkaç başlık altında toplayıp bunlara dair kendi önerilerimi ortaya koyacağım. Bu haliyle biraz da yüzeysel bir rehberi andıracak bu yazının daha derin ve kapsamlı tartışmalarda kullanılabilecek bir taslak görevi göreceğini umuyorum.
- Çeviri hatası
Kötü çeviri dendiğinde akla ilk gelen kıstas, kuşkusuz çeviri hataları. Bunlar bir sözcüğün, bir tabirin yanlış çevrilmesinden bir cümlenin ya da paragrafın yanlış yorumlanarak aktarılmasına kadar uzanabiliyor. Bazı hatalar vahim olabildiği gibi bazıları komik ve önemsiz görülüp geçilebiliyor. Hatasız çeviri var mıdır? Sanmıyorum. Üstünde ne kadar titiz çalışılırsa çalışılsın, mutlaka bir yerlerde bir hata kalacaktır. Redaksiyon süreci, son okuma gibi basamaklar tam da bu noktada devreye girer. Zaman ve imkân olması halinde üç dört defa elden geçecek bir çevirinin kusursuz hale getirilmesi pek âlâ mümkün olabilir. Fakat mevcut çalışma koşullarının bundan epey uzak olduğu herkesin malumu. O halde, metinde karşımıza çıkan kusur miktarının ne kadarını “makul” bulmalı? Çizgiyi nereye çekmeli? 250 sayfalık bir kitapta maksimum kaç hata o çeviriye geçer not vermeye yeter? Veya görece sorunsuz ilerleyen bir çevirinin can alıcı bir yerinde yapılan büyük bir hata o kitabı büsbütün değersiz kılar mı? Yelpazenin bir ucuna Google Translate’ten hallice çevirileri, diğer ucunaysa en tecrübeli çevirmen ve editörlerin üstünde uzun uzun uğraştığı metinleri koyarsak, şu an raflarda bulunan kitapların büyük oranının ortalarda bir yere düştüğünü söylemek herhalde yanlış olmaz. Dolayısıyla, çeviri hatalarını konu edinen bir çeviri eleştirisinin bu hataların sıklığına, vahametine ve bunun genel okuma deneyimine etkisine dair de bir şeyler söylemesi gerektiği aşikâr. Ancak tüm bunlara, o hatanın kaynağına dair yapıcı bir fikir yürütmenin de eşlik etmesi gerekiyor. Ne de olsa, kitabın 1-2 yerindeki fahiş hatalarla kitabın geneline yayılmış ufak tefek ama kulak tırmalayan hatalar, gerek çevirinin kendisinin gerekse redaksiyon sürecinin niteliği açısından başka başka anlamlar taşır. Dahası, her hata, kaynak dile hakim olmamaktan kaynaklanmaz. Bazı hatalar, örneğin, konuya yabancı olmaya (aklıma analistin divanının kanepe olarak çevrildiği bir kitap geliyor), yazarın düşüncesini yeterince kavrayamamaya veya yazarın yaptığı bir göndermeyi yakalayamamaya bağlı olabilir. Çeviri hatalarını ele alırken o hatanın neden yapılmış olabileceğine dair fikir yürütmek, metne dair anlayışı da zenginleştirecektir. Ayrıca, bu sayede, çeviri hatalarını doğuran mekanizmanın adını koymak ve benzer durumların engellenmesi için gereken adımların konunun muhataplarınca atılmasını sağlamak mümkün hale gelebilir.
2. Çevirmenin tercihi
Çeviri hatalarından söz ederken dikkat edilmesi gereken bir nokta da ele aldığımız örneğin gerçekten bir hata mı yoksa çevirmenin tercihine bağlı, doğru olmakla beraber bizim pek de beğenmediğimiz bir kullanım mı olduğu meselesi. Ne de olsa, bir sözü doğru çevirmenin birden fazla yolu var. Wilfred Bion’un Learning by Experience kitabını ele alalım. Bu kitabın Türkçesi Yaşayarak Öğrenmek başlığıyla yayımlandı. Gayet isabetli bir çeviri, güzel de bir çeviri. Peki “Deneyimleyerek Öğrenmek”, “Deneyerek Öğrenmek” ve hatta “Tecrübelerden Ders Çıkarmak” olarak çevrilse yanlış mı olurdu? Bu çevirilerin hiçbiri yanlış değildir belki ama biri bize “daha doğru” veya daha hoş gelebilir. Bir başkası, bizim seçtiğimizden farklı bir çeviriyi yeğleyebilir. Fakat nihayetinde hepsi çevirmenin, ihtimal ki diğer seçenekleri de değerlendirip, yaptığı bir tercihtir. Bunu çeviri eleştirisinde bir tür kusur veya hata olarak yaftalayıp geçmek adil olmaz.
Buna ek olarak, çevirmenin söz konusu tercihlerinin sistemli bir mantığa oturup oturmadığını da göz önünde bulundurmak gerekiyor. Çevirmen metin genelinde terminolojiyi Türkçeleştirme çabası gösterdiğinden daha yaygın bir karşılık yerine daha ender kullanılan bir karşılığı tercih etmiş ve hatta yepyeni bir karşılık önermiş olabilir, örneğin. Veya yine metnin genelinde büyük oranda işleyen yerelleştirme çabasının bir yerde teklediğini, aşırı kaçtığını düşünebiliriz. Çevirmenin tercihlerine yönelik eleştiriler bu tür bağlamlara oturtulduğu takdirde dile ve çeviriye dair daha derin şeyler düşünmeye, konuşmaya başlamak mümkün hale gelecektir. Örneğin, Yunus Çetin (1), Gerçekçiliğin Çelişkileri’nde çevirmen Orhan Koçak’ın narrative sözcüğüne karşılık olarak daha yaygın olan anlatı yerine tahkiye sözcüğünü kullanmasını böyle bir bağlama oturtarak ele almış:
“Tahkiye, yazdıklarına aşina olanların hatırlayacağı üzere, eleştirmen Koçak’a has belli başlı terimlerden biri. Dolayısıyla bu tercihin ardında belli bir düşünsel yatırım var. Ve ilk başta görünenin aksine güzel bir gözbağı numarasıyla karşı karşıya değiliz. (…)
(…) Anlatı’nın uyandırdığı çağrışımlar son derece modernist. Tarihi varsa bile en iyi ihtimalle geçtiğimiz yüzyılın başına uzanıyor. Oysa tahkiye fazlasıyla tarih yüklü ve eski: modernizmden ziyade –Jameson’ın ifadesiyle– taşıdığı çelişkiler yüzünden çözülüp dağılarak modernizme karışan gerçekçiliğe, 19’uncu yüzyılı boydan boya kesen o büyük gerçekçi romancılara gönderme yapıyor.
Ama sahiden de iyi bir çeviri okuduğumuzu gösteren bir çağrışımı daha var tahkiyenin. Şöyle ifade edeyim: Koçak narrative kelimesini karşılamak için tercihini anlatı’dan yana koysaydı, kitapta geçen 19’uncu yüzyıl gerçekçilerinin ‘Türk romanı’ üzerindeki olası etkilerini düşünmezdim herhalde.”
Çetin’in aksine farklı gerekçelerle anlatı karşılığını tercih edecek okurlar da vardır elbette. Ancak günün sonunda, bu örnekten de görüldüğü üzere, “Onun oturmuş karşılığı budur, çevirmen bir Google araması bile yapmamış” demek yerine “Böyle yaygın kullanılan bir karşılık varken bunun tercih edilmesini doğru bulmadım/daha isabetli buldum çünkü…” diyerek iki seçeneği kıyaslayan detaylı bir gerekçelendirme ortaya koymanın kazanımları muhakkak daha fazla olacaktır.
3. “Güzel” Çeviriler
Çeviri bir kitabı satın alıp okumaya başladığımızda, okuma deneyimi bize zevk veriyorsa, gözümüze çarpan bir sıkıntı yoksa, hele bir de güvendiğimiz bir yayınevinden çıkmışsa, onun iyi bir çeviri olduğunu düşünüyoruz. Kaynak metni görmeden yaptığımız bu değerlendirme, bazen, kendi içinde hatalı varsayımlar taşıyabiliyor. Örneğin, özellikle belagati güçlü çevirmenlerin elinden çıkan metinler kaynak metnin taşımadığı nitelikler taşır hale gelebiliyor. Birebir çevrilebilecek en basit cümlenin bile aynı anlama gelecek şekilde fakat daha güzel, daha renkli bir dille söylenmesi, yazarın üslubuna “ihanet” eden bir kötü çeviri örneği midir yoksa okur için bir nimet mi sayılmalıdır? Veya şu açıdan düşünelim: Bazı yerleri yuvarlamak, bazı paragrafları kabaca özetleyerek kısaltmak, sonunda akıcı ve zevkli bir okuma deneyimi sağladığı sürece makul bir yaklaşım mıdır? “Kötü çeviri” konusunun karmaşıklığı, tam da bu noktada başlar. Metni okumayı zorlaştıran sakil kullanımlar göze hemencecik çarptığından bu tür kötü çeviri emarelerini tespit etmek kolaydır. Haliyle de eleştirilerde hep bu örneklerle karşılaşırız. Oysa gürül gürül akan, elinizden düşüremediğiniz bir metnin çevirisi, kaynak metinden epey uzaklaşmış olabilir. Orijinalinden daha güzel bir dili olan çeviri, kötü çeviri midir?
Sözgelimi Osman Akınhay (2), Küçük Prens çevirilerini (özellikle de Cemal Süreya-Tomris Uyar çevirisine ve Selim İleri çevirisine odaklanarak) karşılaştırdığı yazısında bu durumu, “yazarlık ve şairlik dürtüsüyle, sade üsluplu bir metni bozmak” olarak tanımlamış. Akınhay, Saint-Exupéry’nin teşbihlerden uzak, yalın üslubunun bu yazarların çevirisinde korunmadığını, örneğin “L’essentiel est invisible pour les yeux” gibi basit bir cümlenin “Gerçeğin mayası gözle görülmez” diye çevrilmesinin doğru olmadığını öne sürüyor ve bu çevirilerdeki daha pek çok soruna işaret ettikten sonra haklı olarak soruyor:
Cemal Süreya ile Tomris Uyar Küçük Prens’i 1965’te çevirmişler. Demek ki, tam 50. yılındayız bir çevirinin ve elli yıldır, sayısını bilemeyeceğimiz denli küçük-büyük okur Süreya-Uyar çevirisinden okumuşlar bu hikâye kitabını. Onların diliyle okudukları hikâyeden keyif almışlar, birtakım sonuçlar çıkarmışlar, cümlelerini ezberlemişler, ağızdan ağza aktarmışlar, bazı sözleri hayatlarında şiar bellemişler. Mutlaka ki zihinlerinde çok güzel yer etmiş bu kitap. Peki, ya sözcük seçimlerinde, ifade edişlerde bir yanlışlık yapılmışsa; ya bu yapılmış yanlışlıklar, okuyanların zihinlerine az çok işlemişse?
Akınhay’a göre, yorumlayarak çevirmek çeviride kural dışı değilse de, bu tür örneklerde metin yazarın olmaktan çıkarıp çevirmene ait hale gelir. Kendisine bir yere kadar hak vermekle beraber, yazarla çevirmen arasına bir sınır çizmenin o kadar da kolay olmadığına inanıyorum. Çevirinin en temel gayesini kaynak dilde söyleneni hedef dile en doğru ve en güzel şekilde aktarmak olarak tanımlarsak, örneğin, bu ölçütlerin asgari sınırlarını belirlemek nispeten kolay olsa da konu azami sınırlara gelince işler biraz karmaşıklaşıyor.
4. Çevirmenle yazarı karıştırmak
Esasında beğenilmeyen yazarın tarzı olduğu halde bunun çevirmenin başarısızlığına yorulması, çevirilere yönelik eleştirilerde sık düşülen bir diğer yanılgı. Kaynak metne erişimi olmayan veya olsa dahi onu kendi dilinde okuma imkânı bulunmayan okurlar, metnin aksaklıklarının veya yazarın üslubunun çevirinin kötü olmasından kaynaklandığı izlenimine kapılabiliyor. Özellikle daha deneysel bir tarzı olan yazarlarda veya çağrışımsal ve hatta biraz da “kopuk” bir dille yazan kuramcılarda bu tuzağa düşmek kolaylaşıyor. Kuşkusuz, bu tür metinlerin çevirisi ayrı bir zorluk taşımanın yanı sıra çeviriye dair de pek çok soruyu gündeme getiriyor, ki bunların da başında “Kaynak metin ‘anlaşılmaz’sa çevirmen bunu anlaşılır kılmaya çalışmalı mıdır?” var. Veya, böyle zorlu metinlerde çevirmenin yorumu ister istemez ön plana çıkar, onun filtresinden geçmiş bir versiyonu okuruz diyebiliriz. Peki bu, aslında tüm çeviriler için geçerli değil midir?
5. Çevirmenin koşulları
Her metin gibi, çeviri metinlerin de yayımlandığı dönemin koşullarını, çevirinin nasıl bir bağlamda yapıldığını dikkate almak gerekiyor. Örneğin, bugün kullanmaktan özellikle kaçındığımız, pejoratif bir anlam kazanmış sözcükler o çevirinin yapıldığı dönemde böyle bir anlam taşımıyorsa, çevirmeni vaktiyle bu sözcüğü kullandığı için kınamak haksızlık olacaktır. Bu kıstası, daha “serbest” çevirilerin görece makbul görüldüğü bir dönemde yapılan çeviriler için de göz önünde bulundurabiliriz. Bazen de çevirinin ardındaki bağlam ve saiklerin, metnin düşünce dünyasında yol açtığı sonuçlar bakımından çok daha geniş çaplı etkileri olur. Farklı dillerdeki Freud çevirilerinin nasıl farklı farklı Freud’lar yarattığını, bunun da son 100 yıldaki düşünce dünyamızı nasıl etkilediğini başka bir yazıda örneklendirmeye çalışmıştım (3). Bugün hâlâ Freud çevirileri dendiğinde ismiyle müsemma “altın standart” olarak görülen Standard Edition, psikanalizin özellikle Amerika’da tıp çevrelerinde bilimsel bir uygulama olarak kabul görme savaşı verdiği bir dönemde hazırlandığından, Freud’un dili gerçekte olduğunun aksine son derece yavan (“bilimsel”) bir üslupla aktarılmış, Freud’un maksatlı olarak Almancadaki günlük sözcüklerden seçtiği pek çok terim Latince/Yunanca karşılıklarla “tıbbileştirilmiş” ve metinlerin genelinde Freud’un normalde epeyce karmaşıklaşıp uzayabilen cümlelerini basitleştirme eğilimi sergilenmiştir. Ancak tüm bunlar, James Strachey’i kötü bir çevirmen, Standard Edition’ı da kötü bir çeviri ilan etmeye yetmez. Öyle bile olsa, bu tür bağlamsız bir etiketlemenin herhangi bir şeye bir faydası olmayacaktır. Oysa kötü bulunanın ne olduğu gerekçelendirildiğinde, tartışmaya açıldığında, metni onarma şansı doğar: Standard Edition’a başta psikanalistler olmak üzere farklı dönemlerde farklı isimlerden gelen yazılı eleştiriler sonucunda bu çeviriler yakın zamanda Mark Solms editörlüğünde gözden geçirilmiş, o döneme ait bazı hatalar düzeltilmeye çalışılmıştır.
6. Çevirmenin tarzı
Çevirmenin ana diline hakimiyeti, kendi üslubunun baskınlığı, dil anlayışı, sözcük dağarcığı, politik tutumu ve daha nice bileşenden oluşan bu etkenin üstüne konuşmayı hayli güçleştiren girift yapısına rağmen eleştirilerde hiç değilse akılda tutulması gerektiğine inanıyorum. Çevirmenin makbulü kendini unutturandır, denir. Bu bir yere kadar doğru olsa da aynı çevirmenin bir iki çevirisini okuduktan sonra çoğu zaman onun kendine has tarzını ayrıştırabilir hale geliriz. Bu bazen, o çevirmeni tercih etme sebebi olur. Bir kitabı sırf çevirmeninden dolayı okumak istememiz, yazardan çok onun tarzına yöneldiğimizin işaretçisi olabilir. Elbette bir de, yine sırf çevirmeninden dolayı almadığımız kitaplar vardır. Çevirmen “kötü” bir çevirmen olmayabilir, çevirileri hatalı olmayabilir, ama tarzı bize uymuyordur, onun Türkçesini okumaktan keyif almıyoruzdur. Çeviriye yönelik eleştirilerde işte bu tarz boyutunda bize hoş veya nahoş gelenin ne olduğunu detaylandırmaya çalışmak gerektiğine inanıyorum. Sözcük tercihlerinde itici bulduğumuz bir şeyler mi var? Öyleyse, ne açıdan? Veya dili bize yapay mı geliyor? O yapaylığı ne yaratıyor olabilir?
Nasıl bir çevirmen, nasıl bir çeviri, nasıl bir Türkçe tercih ediyoruz?
Bir kitabı orijinal dilinde rahat rahat okuyabileceği halde iyi bir çevirisini okumayı buna yeğlediği için çeviri kitap almaktan asla vazgeçmeyen, bu sevda uğruna aldığı kitapları onuncu sayfada terk etmek zorunda kalmanın hüsranını defalarca yaşamış bir okur olarak “kötü çeviri” diye bir şeyin varlığını inkâr edecek değilim. Fakat “kötü çeviri”, sosyal medyada önümüze düşen göz devirmelerin, aşağılayıcı yorumların, parmak sallayan açıklamaların yansıttığının aksine, hiç de öyle basit bir şey değil. Yukarıda bunu elimden geldiğince göstermeye çalıştım.
Bunlara ek olarak, kötü çevirinin sadece çevirmenin iş bilmezliğine yorulup geçilemeyeceğini de belirtmek gerekiyor. Kitap gibi doğası gereği zaman ve dikkat isteyen bir şeyin çevirisi de hazırlığı da çoğu zaman aceleye getiriliyor. Bunun bir nedeni, çevirmenlerin maddi kaygılarla kitabın çevirisini bir an önce teslim edip parasını almak istemesi olabilir elbette. Ancak diğer ve bana sorarsanız çok daha etkili bir neden, yayınevlerinin hem ölçüsüzce şişirdikleri yayın programlarında geriye düşmemek hem de maliyeti olabildiğince kısmak adına çeviriden dizgiye her aşamanın ivedilikle, “olduğu kadarıyla” halledilmesini istemeleri. Hal böyle olunca da editörle çevirmenin herhangi bir metnin üstünde içlerine sine sine çalışması genellikle pek mümkün olmuyor. Dolayısıyla, kötü çeviriye “ayıplı mal” diyeceksek de bunun faturasını kime keseceğimiz konusunda dikkatli olmalıyız. Çevirinin birincil sorumlusu çevirmendir kuşkusuz. Hatalarla dolu bir çeviri yapmak, çevirmenin hanesine yazılması gereken bir kusurdur. Peki o hatalarla dolu kitap okurun önüne nasıl ve neden geliyor? Burada, genelde yapıldığı üzere, kabahati metni “doğru düzgün” kontrol etmeyen editörde mi bulalım, örneğin? Veya bunu genel bir sistem sorunu olarak görüp, ki öyle olduğu da aşikâr, bu düzen değişmediği müddetçe kötü çeviriye mecbur olduğumuzu mu varsayalım? Yoksa hepsini bırakıp, hattın öbür ucundaki okurun sayıca azlığına veya nitelikli metin seçme konusundaki gönülsüzlüğüne mi pay biçelim?
Kötü çevirinin de, iyi çevirinin de adının daha çok konmasını destekliyorum. Ancak bunun, salt “yanlış” veya “lezzetli” gibi sıfatlara sıkıştırılmayıp olabildiğince detaylı gerekçelendirildiği ölçüde bir değer taşıdığına inanıyorum. Zira bu gerekçelendirme süreci, her şeyden önce, bize bir şeyler öğretir. Bir çeviriye neden iyi veya kötü dediğimizi açıklamaya çalışırken, kendi dil anlayışımıza dair, belki de o güne dek farkında olmadığımız pek çok noktaya temas ederiz. Filozofların “asıl meseleye” gelmeden önce sayfalarca ön kabullerini döküp didiklemeleri, herhalde kitabı kalınlaştırmak için yaptıkları bir şey değildir. Dil gibi dolambaçlı bir alanda karşı tarafa parmak sallayacaksak da önce kendi kavram dünyamızdan yola çıkmamız, kendimizin neyi nasıl veya ne kadar doğru anladığını değerlendirmemiz, çevirinin işleyiş mantığını göz önüne almamız ve en nihayetinde doğru veya yanlış bulduklarımızı gerekçelendirmemiz gerekiyor. Aksi takdirde yaptığımız şey kendi on beş dakikalık sansasyonumuzu yaratıp köşemize çekilmekten başka bir yere varmıyor.
Kaynakça
(1) Yunus Çetin, “Çelişkiler yüzünden çözülüp dağılan gerçeklik”, K24, 1 Mart 2018
(2) Osman Akınhay, Mesele Kitap Dergisi, Sayı: 100, Nisan 2015
(3) Elif Okan Gezmiş, “Başka dilde Freud, başka bir Freud”, https://cevbir.org.tr/genel/baska-dilde-freud-baska-bir-freud