Elçin Gen (ÇEVBİR Makine Çevirisi Çalışma Grubu temsilcisi) 

“Yapay zekâ” tabirinin başlı başına yanıltıcı bir adlandırma olduğunu söyleyerek başlamalı. En iyisi adlı adınca söyleyelim ve her fırsatta tekrarlayalım: Yapay zekâ diye bir şey yoktur.[1]

Korkmadan söyleyelim: İşleyişi itibarıyla az çok gelişmiş bir hesaplama makinesinden farkı olmayan programlardan söz ediyoruz – arka planlarında devasa bir tarihseltoplumsal-organik zekânın ve emeğin bulunduğu programlar. Ama bu programlar kendi başına zeki varlıklarmış gibi, daha vahimi hissetme yetisi (sentient) veya bilinci olan varlıklarmış gibi takdim ediliyor ve giderek öyle algılanıyor.

Yıllar süren çalışmaların, savaş sanayii bütçelerinden tahsis edilen devasa yatırımların ve hayvanlar üzerinde yürütülen yüz binlerce gayri insani deneyin birikimiyle insanlar tarafından üretilip programlanmış sohbet robotları “insana benzer” cevaplar verince büyüleniyoruz. Güç kaynağını keserek istediğimiz an kapatabileceğimiz aletleri “kontrol edemeyeceğimiz”; bunların günün birinde “insandan bağımsız” davranma kabiliyeti geliştirip “efendilerini” yok edebilecekleri söyleniyor bize. İnsanlar tarafından uzaktan kumanda edilen birtakım silahlar, nasıl oluveriyorsa “kendi kendilerine” sivilleri öldürmeye “karar veriyor”.

Elbette bu teknolojilerin tümü hayatlarımızı farkında olduğumuz veya olamadığımız biçimlerde “kontrol ediyor”; ama bunu yaratıcılarından, üreticilerinden, sahiplerinden, planlayıcılarından, programlayıcılarından, finansörlerinden, hayatlarımızı ne ölçüde ve ne şekilde yönlendireceklerine karar veren mercilerden ve son olarak bizzat kullanıcılarından, yani insan faillerden bağımsız olarak yapmıyorlar.

İnsanın fail olduğu her yerde direnme imkânı da vardır. Bunun önkoşulu da, maddi yaşam koşullarının –durmaksızın bir gizem ve karşı konulmazlık halesiyle üstü örtülen– bilgisine vâkıf olmasıdır.

NASA laboratuvarında çalışan programlama grubu, 1955 civarı.Kaynak: The invisible workers of the AI era

NASA laboratuvarında çalışan programlama grubu, 1955 civarı. Kaynak: The invisible workers of the AI era

Arthur C. Clarke’ın meşhur sözündeki gibi, “yeterince gelişmiş bir teknoloji büyüden ayırt edilemez”. İşte teknokratlar, teknoloji şirketleri ve pazarlamacılar da, karmaşık üretim ve işletim süreçlerinin hem çok dağınık hem de gözlerden saklanmış olması sayesinde oluşan bu “büyü” etkisine oynamayı çok iyi biliyor.

Çeviri alanına bakalım: Makine çevirisi şirketleri, dünyanın dört bir yanında yüz binlerce çevirmene taşeron şirketler üzerinden farklı dillerde çeviriler yaptırtıyor. Bu çevirmenler, çoğunlukla hangi şirket hesabına çalıştıklarını ve yaptıkları çevirilerin nerede/nasıl kullanılacağını bilmeden (çünkü bunlar “ticari sır” gerekçesiyle gizleniyor) çevirilerini teslim ediyorlar ve bir defaya mahsus olmak üzere sayfa veya kelime başına belirli bir ücret alıyorlar. Sonra bu çeviriler, yine başka çevirmen-editörlerin kontrolünden geçtikten sonra makinenin veritabanına yükleniyor. Kullanıcı bir cümleyi çevirtmek istediğinde, makine, veritabanına girilmiş milyonlarca çeviri verisinden algoritmik bir derleme yaparak bir çıktı üretiyor. İlk çıktıdan memnun kalmazsanız aynı işlemi sizin kontrolünüzdeki bazı değişikliklerle bir kez daha yapıyor. “Zeki” oldukları öne sürülen bu makinelerin işleyişi kabaca böyle.

Onun için her şeyden önce şu “yapay zekâ” tabirini kullanmaktan vazgeçelim: Aracın kendisine “çeviri makinesi”, çıktısına da “makine çevirisi” veya “otomatik çeviri” diyelim. Basit gibi görünen bu terminoloji değişimi bile aslında bize bu araçlarla yapılan işlemlerin mahiyetini gösterecektir.

“Makine çevirisi” dediğinizde, adı üstünde, mekanik bir çeviri anlaşılır: yani insan yaratıcılığına has yorum ve nüanslardan, bütünsel bağlama dayalı anlam çeşitliliklerinden, kişilere özgü üslup ve tonlamalardan, dile özgü belirsizliklerden veya anlam kaymalarından yoksun, otomatik bir çeviri. Her zaman her yerde aynı sonuçları veren kurallara bağlı matematik işlemlerini yapan bir hesap makinesi gibi. Buradan da “doğru” bir sonuç çıkması imkânsızdır, çünkü çeviride “doğruluğun” dört işlemdeki doğruluktan bambaşka ölçütleri vardır.

Bu bağlamda “kurgu” ve “kurgu dışı” eserler şeklinde yapılan ayrımın da son derece yanıltıcı olduğunu ekleyelim. Kurgu dışı tabiriyle atıfta bulunulan düşünce ve inceleme metinlerinin otomatik çeviriye “müsait” olduğunu söylemek için bu tür metinlerdeki incelikler ve yazarlarının nevi şahsına münhasır üslupları hakkında en ufak bir fikriniz olmaması gerekir. Kaldı ki, “teknik çeviri” dediğimiz ve eser statüsünde olmayan anonim metinlerin çevirisinde dahi, alanında uzmanlaşmış, tecrübeli ve dikkatli bir çevirmenin müdahaleleri olmadan makine çıktısı kullanılamaz. Makine çıktısını düzeltmek de çevirmenlerin çevirisini düzeltmekten, hatta kimi durumda metni baştan çevirmekten daha meşakkatli bir iş.

Sonuçta şirketlerin malı olan ve toplum yararı değil kârlılık hedefi doğrultusunda geliştirilen bu teknolojilerin, çevirinin niteliği veya genel olarak dilin ve düşüncenin gelişimi üzerindeki olumsuz etkileri ötesinde daha geniş çaplı toplumsal zararları da tartışılmaya muhtaç. Ancak bunlarla ilgili henüz doğru düzgün bir tartışma dahi yürütülmemişken, bu teknolojilerin son hızla hayatlarımızı istila etmesini fırsat bilenlerin düzenli aralıklarla gündemi işgal eden açıklamalarından net olarak anlıyoruz ki bu “denemeler” artarak devam edecek.

Yapılan açıklamalarda “çevirmen emeği” veya “çeviri kalitesi” gibi sözler sarf edilse de, tüm bunların arkasında çevirmene verilecek telif ücretinin tümüyle ortadan kalkma ihtimalinden duyulan heyecanı görmemek imkânsız. Son tahlilde hedef, telif ödemesi talep eden çevirmenleri, çok daha düşük ücretler karşılığında makine çıktısı düzelten çeviri editörlerine dönüştürmek.

Bir çevirinin telife konu olabilmesi için öncelikle “eser” vasfı taşıması gerekir. Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’ndaki tanımıyla eser, sahibinin hususiyetini taşıyan ve ilim ve edebiyat, musiki, güzel sanatlar veya sinema eserleri olarak sayılan her nevi fikir ve sanat mahsulleri’dir. Eser sahibi ise, eseri meydana getiren kişi’dir. Bunun da gerçek bir kişi olması gerekir. Yani makinenin verdiği çıktıya kendi imzanızı koymuşsanız, eser sahibi ve dolayısıyla çevirmen vasfınızın ortadan kalktığı ve telife hak kazanamadığınız kabul edilir. Yayınevleri tarafından çevirmen sözleşmelerine “makine çevirisi programlarına başvurmama” şartının konmaya başladığını da ekleyelim.

Bu çerçevede herhangi bir yayınevi, makine çıktısına kendi imzasını koyduğu anlaşılan bir kişinin çevirmen sözleşmesini haklı nedenle feshedip telif ödemesini geri almakta bir an bile tereddüt etmeyecektir. Ancak son zamanlarda, kâh gizlenerek kâh açıkça duyurularak hayata geçirilen uygulamalarda görüyoruz ki, bazı yayınevleri kendi inisiyatifleriyle ürettirdikleri bu tarz ürünleri piyasaya sürmekte beis görmüyor.

Tüm bunlar göz önüne alındığında, şunu açıklıkla söyleyebiliriz ki “kalitenin yükselmesi”, “angaryadan kurtuluş”, “zamandan tasarruf”, “verim artışı” gibi lakırdılarla pazarlanan bu teknolojilerin yegâne hedefi, zaten düşük bir pay teşkil eden çeviri maliyetlerini daha da düşürmek, potansiyel çevirmenleri ucuz işgücü ordusuna dönüştürmektir.

Bu koşullar altında yayınevleri kendilerine nasıl bir yön tayin ederse etsin, biz çevirmenler üzerinde çalıştığımız metinlerin her kelimesine kafa yormaya, mesleğimizi hakkıyla icra edebilmek için gereken asgari koşulları talep etmeye, aldığımız eğitimin ve biriktirdiğimiz tecrübenin semeresini bunlardan nasiplenme fırsatı verilmemiş olanlarla elimizden geldiğince paylaşmaya devam edeceğiz. Dilin, düşüncenin ve edebiyatın, şirketlerin tekelindeki otomatik işlemlere tâbi kılınmasına direneceğiz.

[1] Bu konuda şu yazılara bakılabilir:

The problem with artificial intelligence? It’s neither artificial nor intelligent

There is No AI

There’s no such thing as artificial intelligence

There Is No Artificial Intelligence