Söyleşi: Damla Göl

“Bir Film Nasıl İzlenir?” çok ilgi çekici bir kitap ismi. Peki bu kitap nasıl okunur, ne anlatır? Bir de çevirmeninden dinleyebilir miyiz?

Ayşecan Ay: 3 yıl önce yine bir David Thomson çevirmiştim, Filmler Hayatımızı Nasıl Etkiler?. O kronolojik düzenlenmişti, bu tematik bir şema izliyor fakat üslup aynı. Yazarın derdi de aynı diyebilirim. İnsanların filmlerle kurdukları ilişkinin doğasını, izlemenin ve görmenin dinamiklerini dert edinen bir yazar. Sinema tarihinden örnekler vererek ilerler. Kitap boyunca yüzlerce film sayar, kimine dair kişisel anılarını aktarır, kimine karşıolgusal yaklaşıp düşündürür, kimini sayfalarca inceler, bir araya gelmeyeceğini düşündüğünüz filmleri birlikte ele alır vesaire. Filmleri tarihsel bağlamından hiçbir zaman koparmaz ama yine de birbiriyle alakasız çok ilginç şeyler anlatan, daldan dala konan ve dersinin nasıl geçtiğini anlamadığınız hocalara benzetiyorum ben. Ancak dersten çıkıp da zihni biraz durulunca tüm o ilginç şeylerin nasıl bir çerçeve içine oturduğunu anlar ya insan, biraz öyle. Yazarken basıp gidiyor zannediyorsunuz ama okuduktan sonra anlıyorsunuz ki aslında kadraj dışına hiç çıkmamış.

İzlenilen Jaws (1975) da olsa, Persona (1966) da olsa, hatta komik bir reklam filmi de olsa izleme deneyimini az çok sorgulayan, “Ben az önce ne gördüm öyle?” diye aklından geçiren, açıkçası içinden geçip gitmek ya da üzerinden kayıp gitmesine izin vermek yerine dert edinen, sorgulayan, eleştirel yaklaşabilen seyircileri/okurları zihnen daha çok doyurabilecek bir kitap olduğu kanaatindeyim. Öte yandan, beni sinema tarihinin ilk yılları heyecanlandırdığı için oradan yakalamıştı. Dolayısıyla hedef kitlesinin tanımını bu şekilde daraltmam hatalı olur. Film izlemesine izleyen ama ne izlediği üzerine kafa yormaya üşenen insanları da kolayca yakalayabileceğini düşünüyorum; çünkü sanat filmleriyle sınırlı kalmak şöyle dursun, “film” tanımının kendisini alabildiğine genişletiyor. Bunun sebebi de esasen izleme deneyimimizin doğasına eğilmesi. 2010’lar yapımı gişe filmleri de radarına giriyor, bilgisayar oyunları da. Tarihteki ilk pelikülün ucunu alıp zihin gücümüzle kafamızın içinde film izleyebileceğimizi hayal ettiği bir geleceğe bağlıyor ve ikisi arasındaki tarihe, o tarih üzerinden de hâkim toplumsal, siyasal ve ekonomik yapıya eleştirel yaklaşımını hiç kaybetmiyor. Yok, kendisinden bir devrimci çıkaramayız ama eleştirelliğinin takdire değer olduğunu düşünüyorum. İşin aslı, “filmlerden bahsediyorum” kisvesi altında hayata dair çok nokta atışı şeyler söylüyor. 

Bahsettiğiniz gibi, daha önce de Thomson’ın Filmler Hayatımızı Nasıl Etkiler? kitabını çevirdiniz. Bu size üslup inşasında bir kolaylık sağladı mı? 

Ayşecan Ay: Aynı yazarın birden fazla kitabını çevirince ister istemez bir yakınlık kuruluyor galiba. Bir önceki 800 sayfa olduğu için epey yakınlaşmıştık. O yüzden bu defa daha rahattım. “Tanıdım” çok iddialı bir yargı olur ama bir insanı tanımaya çok benziyor. “Bunu o tonda söylememiş”, “Burada kıs kıs gülüyor” ya da “Burada celallenmiş” diyebiliyorum. Sinemadan bahsederken akademik bir üslup kullanmadığını ama hayat hakkında konuşurken, sanırım biraz da yaşı gereği, kaygılı bir nasihat tonuna geçtiğini biliyorum artık. Dolayısıyla evet, üslup inşasında kesinlikle kolaylık sağladı diyebilirim. Yazarla diyalog kuruyorsunuz sonuçta. Okur olarak da metinle ve yazarla içinden konuşan, sayfa kenarlarında tartışan bir insanım. Çeviriyle uğraşmak o ilişkiyi biraz daha ileri taşımak gibi. Aynı yazarın birden fazla kitabını çevirmek ise o yazarı tanımaya yaklaşmaya benziyor. Tabi bütün bu çıkarımlara aynı yazarın iki kitabını çevirmiş olmakla varıyorum! Çıkarım değil de gözlem diyelim. Fazlaca da basit bir gözlem aslında: Tanıdıkça yanlış anlama ve dolayısıyla yanlış aktarma ihtimaliniz azalıyor. Üslup da bu aktarımın önemli bir parçası haliyle. Bunun birlikte, aktarılan kuşkusuz ki benim tanıdığım, konuştuğum, tartıştığım, barıştığım yazar.

Çeviri süreçlerinizi nasıl geçirirsiniz, bu süreçte muhakkak yaptığınız şeyler, alışkanlıklarınız var mı?

Ayşecan Ay: Sinema kitapları çevirirken kitapta bahsedilen filmlerden ilgimi çekenleri not edip izleme alışkanlığı edindim mesela. İlk kitaptan gelen ödemeyle projektör almıştım hatta. Hayatımda verdiğim en iyi karardı herhalde. Bir de alaylı olmama bağladığım saçma, hatta gülünç alışkanlıklarım var. Çeviriye başlamadan önce bir kâğıda kitabın bütün sayfa numaralarını yazmak gibi. Hiç üşenmiyorum da. O kâğıt süreç boyunca klavyemin altında duruyor hep. İlerledikçe her bir sayfa numarasının üzerine çarpı atıyorum. İlerlememi veya ilerleyemememi fiziksel olarak görmemi sağlıyor, duruma göre içimi rahatlatıyor veya strese sokuyor. Gülünç filan ama çok işime yarıyor. Bunun dışında… Kitabı yayınevine göndermeden önce baştan sona birkaç kere okuma alışkanlığım var. İlkinde redaktör gözüyle, ikincisinde okur gözüyle. Okur gözünün acımasızlığı enfes bir şey. Yine de, belki metnin demlenmesi için fazla vakit kalmadığından, hâlâ yeterince acımasızlaşamadığımı fark ediyorum. Son olarak yine David Thomson özelinde söyleyecek olursam, metin içinde filmlere, filmin adını anmadan yaptığı göndermelerden çok keyif alıyorum, düpedüz heyecanlanıyorum, o heyecanla “–ç.n.” düşüp göndermeyi açıklamaktan kendimi alamıyorum.