Günümüz yayıncılık ortamında çeviri nicelik ve nitelik bakımından önemli bir yer tutuyor. Buna rağmen bu işle uğraşanları pek az tanıyoruz. Çevirmenlerin yaptıkları işle ilgili düşüncelerini pek bilmiyoruz. Bu nedenle edebiyat ve felsefe çevirisiyle uğraşan meslek erbabıyla bir dizi söyleşi yapmanın, her seferinde iki çevirmenin “içeriden” bir diyalog kurmasının iyi olacağını düşündük. Biriktikçe bu söyleşilerin, çevirmenlerin tanınmasının yanı sıra, çeviri işine heves edenlere yol gösterecek, çeviri incelemeleriyle ilgilenenler için kaynak oluşturacak bir bilgi ve deneyim toplamı oluşturacağına inanıyoruz. ÇEVBİR-Notos işbirliğiyle hazırlanan Çevirmen Diyalogları’nda bu sayı Aslı Takanay ile Günay Çetao Kızılırmak söyleşiyor.*
Aslı Takanay: Okurlar mazur görsün, Rusçadan çeviri yapanlar arasında en hayranlıkla izlediğim çevirmenlerden biriyle söyleşme fırsatı yakalayınca öncelikle kendi merakımı giderme eğilimi sergileyebilirim.
Rusçadan edebi çeviri yapan üst kuşaklarda askeri lise çıkışlı çevirmenlere epeyce rastlıyoruz. Soğuk savaş dönemi ve o dönemdeki devlet politikalarının pek öngörülemeyen bir yansıması diyebiliriz bunun için galiba. Sonrasında Rus dili ve edebiyatı eğitimi veren yükseköğretim kurumları yaygınlaşıyor ve son dönem çevirmenler de büyük ölçüde bu bölümlerde alıyor dil eğitimini. Ancak senin hikâyen farklı. Diasporadaki Çerkes bir aileden geliyorsun ve Rusçayı da ailenin aldığı geri dönüş kararıyla birlikte orada öğreniyorsun. O süreci özellikle merak ediyorum aslında. Biraz bahsedebilir misin? Nasıl bir izi var o yılların sende?
Günay Çetao Kızılırmak: Aslı, teşekkür ederim sözlerin için. Ailem 1994’te Adigey’e döndü. Osmanlı’ya ilk gelense babamın dedesiymiş, yani sürgünün ardından üç nesil sonra politik bir karar alarak döndü bizimkiler Kafkasya’ya. Dönüş iradesinin nesiller boyunca yitirilmemiş olması bence bu hikâyenin en ilginç tarafı. Tarih dediğimiz olayların yaşamlarımızı şekillendirirken, yazılsın yazılmasın nasıl edebiyata dönüştüğünü, daha doğrusu yaşamla-edebiyat arasındaki geçirgenliği, ikimizin de çevirdiği Svetlana Aleksiyeviç kitaplarında da gördük. Bizim bu sürgün hikâyesi de öyküleşti benim gözümde. Yıllar sonra, tozlar oturunca ne değişik bir şey yapmış olduğumuzu yeniden keşfettim. Ama Türkiye’yi terk edip gittiğimiz o dönem bu kopuşun bendeki yansıması aidiyetsizlik hissiydi. Belki biraz bu yüzden de kendimi okumaya vermişimdir. Rusça ilk okuduklarımdan biri Griboyedov’un Akıl Belası adlı piyesiydi ki 19. yüzyıl Rus edebiyatının giriş kapısı sayılır. Pek anlamadan çok sevmiştim bu piyesi. Az anlayarak okumanın ayrı bir büyüsü olduğunu düşünüyorum. Siste bir ışık yakalamak gibi. Sadece bir şeyi anlamış olmanıza sevinmiyorsunuz, o sisli atmosferin kendisi de sizi büyülüyor. O yıllar her şeye tuhaf bir imkânsızlık egemendi. Mesela üniversite de dahil olmak üzere okuduğumu yarım yamalak anladığım ve az buçuk ifade edebildiğim bir öğrenim hayatım oldu hep. Üniversitede Rus edebiyatı okudum ama yabancı öğrenciydim ve edebiyata gelene kadar dille ilgili birçok zorlukla karşılaşıyordum. Bir de Türkiye’den getirdiğimiz kitapları okumaya devam ediyordum ama sistemli bir şey okuduğum da yoktu, daha çok dönüp dolaşıp Tutunamayanlar’ı okuyordum galiba. Dolayısıyla her şey karman çorman, yarım yamalak ve allak bullaktı kafamda. Bugün de kısmen bu karmaşayla yaşıyorum ve bu durumu kabullendim.
Dil ve hikâyelerimiz konusuna gitgide daha çok ilgi duyuyorum, o yüzden böyle uzattım bu cevabımı. Ve bu yüzden de senin dil öğrenme hikâyeni merak ediyorum. İngilizce ve Rusça biliyorsun. Nasıl öğrendin bunca dili? İngilizceden sonra Rusça nasıl geldi?
Aslı Takanay: Sanırım sen de katılırsın, insanın bir dili öğrenme hikâyesinin sonu yok gibi geliyor bana, anadilimiz de dahil olmak üzere. Yaşayan bir şey olduğu için dil herhalde. Değişiyor, aslında değiştiriyor da nihayetinde. Soruna dönecek olursam, İngilizceyi öğrenmeye adım atışımın nispeten daha az sancılı olduğunu söyleyebilirim. Hem yaşım ufaktı; eski sistemde ilkokulun hemen sonrası, onlu yaşların başları, bir de oturmuş ve kapsamlı bir program dahilinde tanıştım İngilizceyle. Eski haliyle Anadolu liselerini (ve tabii parasız eğitim hakkını) çok önemsiyorum bu yüzden, onu da belirtmeden edemeyeceğim.
Rusçayla tanışmam gönüllü atıldığım ama daha zorlu bir serüvenin başlangıcı oldu. Babaannemler 1910’ların sonlarında Kırım’dan geldiği için kültüre ve dile sınırlı da olsa bir aşinalığım vardı ama ailede Rusçaya hâkim olan ve konuşan son kuşak onlardı, babaannem ben ilkokula başlamadan vefat ettiği için maalesef az vakit geçirebildik birlikte, o yüzden aslında üniversitede öğrenmeye başladım Rusçayı. Nispeten yeni kurulmuş bir bölümdü ve bir sistem geliştirme çabası hâlâ sürüyordu. O zamanlar internet olmadığı için derslerde işlenenlerin dışında “gerçek hayattan” Rusça metinlere ulaşma olanağımız da neredeyse hiç yoktu. Rusya’ya gitme gelmelerim de daha sonra başladı, bavul dolusu kitapla, dergiyle döndüm her seferinde. Zorluklarına rağmen yine de pişman olmadım tercihimden yana. Dil öğrenmenin ciddi ve sürekli bir emek gerektirdiğini çok daha iyi anladım ama.
Aslında çeviri yapmaya başlamamla birlikte galiba bu dillerle kurduğum ilişki de farklılaşmaya başladı. Senin de oldu mu öyle? Sırf kendin için okurken bazen bazı şeyler için o kadar yüklenmeyebiliyorsun kendine ama Türkçede ifade etmen gerekince, yani bir anlamda, kendine ek olarak artık başkaları için de okuman ve bir de yazman gerektiğinde hem Türkçeyi hem çeviri yaptığın dili daha çok didikliyorsun. Kendini de tabii. Çeviri senin hayatına nasıl girdi? Çeviriye başlaman dille kurduğun ilişkiyi etkiledi mi?
Günay Çetao Kızılırmak: Çeviri hayatıma damdan düşer gibi girdi aslında. Eşe dosta evrak çeviriyordum. Edebi çeviriyi ise ilk olarak Çerkesçe çevirmeni Mevlüt Atalay’ın teşvikiyle denedim. Birlikte Puşkin’in şiir-masallarından birini çevirdik. Üniversitenin son yıllarında kitap çevirmeye başladım. Biraz gerçek hayata atılma tembelliği de vardı üzerimde, “normal” bir işe başlayıp “normal” bir hayat kurmaktan uzaktım. Çeviri benim için bir geçiş olur diye düşünüyordum ama öyle olmadı.
Çevirmenliğimiz okurluğumuzu, dillerle ilişkilerimizi dönüştürüyor, haklısın. Bir keresinde bir arkadaşıma, “Hiç okuyamıyorum çevirip durmaktan” demiştim, o da, “Okuma, boş ver, asıl çevirdiklerini okumuş sayılırsın” gibi bir şey söylemişti. Bu bir açıdan doğru. Çevirirken seyirci koltuğundan kalkıp metnin içine giriyorsun, her sözcüğe dokunuyorsun, bir sürü ansiklopedik bilgi ediniyor ve hızla unutuyorsun. (Bende öyle oluyor.) Başkasına anlatma kaygısı insanı eğitiyor. Öte yandan bir tür mesleki deformasyona da yol açıyor bu. Aktarırken köprü işlevi görürüz, iki metnin arasına kendimizi koyarız ve dikkatimizi, gücümüzü kendimize, o aktarımı sağlıklı bir şekilde yapabilmeye, yükü karşı kıyıya sağ sağlam geçirmeye veririz. Bir emaneti ulaştırmak isteyenin gerginliğini yaşarız yani. Ama bu arada “yükü” kaçırıyoruz gibi geliyor bana. Bunları biraz da pek çeviri yapamadığım şu günlerde, sadece kendim için okurken düşündüm. Tekniği bırakıp yaşamın kendisiyle ilgili bir şeyin peşine düşmeyi özlemişim kitaplarda. Bana öyle geliyor ki durmaksızın çeviri yaptığımızda insan olarak, okur olarak ve aslında çevirmen olarak da (çünkü hazzını alamadığın sözcükleri tutkuyla da aktaramazsın) bir şeyleri kaçırmaya başlıyoruz. Sözün özü, dönem dönem aralar vererek bir heyecan tazelemeye ihtiyacı olabiliyor insanın. Oysa kitap çevirisiyle geçinmeye çalıştığını ya da bir şekilde bu gelire bağımlı olduğunu düşün: Kitabın biri biter bitmez diğerine başlıyorsun.
Senin için nasıl gelişti bu yolculuk? İlk olarak Gogol’ü çevirdin Rusçadan. Yollarımız burada da kesişmiş. Benim de var Gogol’den çevirilerim – en zorlu, en sevgili yazarlarımdan biri. Sen Palto’yu kendin mi seçtin? Çevirin su gibi akıyor ama herhalde su gibi çevrilmemiştir?
Aslı Takanay: (En azından) iki çeviri arası es verebilmek, durup bir soluklanmak ne kadar insani ve önemli bir ihtiyaç, değil mi? Ama dediğin gibi hayatını çeviri yaparak idame ettiriyorsan neredeyse imkânsız bu. Yeniden heyecanlanabilmek için zamana ihtiyacım oluyor benim de doğrusu. Palto’yla ilgili soruna gelince… Hiç öyle su gibi çevrilmedi tabii, epey uğraştırdı. Oysa kendim seçtim sayılır; birkaç Gogol eseri gündemdeydi ama benim en çok etkilendiğim, üzerine en çok düşündüğüm metnidir Palto, onda karar kıldık. Hayatımın bir yerinde onu çevireceğimden de çok emindim açıkçası. Onunla başlamış oldum. Gerçi çevirmenliğe adım atışım onunla olmadı, epeydir (ağırlıklı olarak) altyazı-seslendirme çevirisi yapıyordum ama Palto ilk kitap çevirim oldu. Böylece Gogol’ün o bitmek bilmez tasvirlerinden ben de payıma düşeni aldım, ama çevirirken sanırım beni en çok uğraştıran şey, diğer metinlerine kıyasla hicvini, dilini Palto’da iyice keskinleştirdiğini düşündüğüm için, o etkiyi yaratmaya çalışmaktı. Metni, yazarı, dönemi iyi tanımak elbette bir kolaylık yaratıyor insana ama bütün bunlara dayanarak yaptığın çözümlemeyi Türkçede yeniden metinleştirirken yine de boğuşmadan olmuyor. Aksi de mümkün değil sanırım, ne dersin? Bir de çevirdiklerin arasında çevirmeni olmadan önce okuru olarak seni cezbeden yazarlardan, eserlerden de bahseder misin?
Günay Çetao Kızılırmak: Haklısın. Anadile geçer geçmez boş bir sayfaya düşüyorsun, metinle veya yazarla ilgili biriktirdiklerin, öteki dile hâkimiyetin vesaire bir süre ve zaman zaman geri plana düşüyor. Uzun eserlerde ilk yirmi otuz sayfanın acemiliği geçince ancak çözülüyor dilimiz. Kısalar belki de bu yüzden daha zor. Annemin bir lafı var, “Gelin alıştı, hamur tükendi” der. Biraz öyle oluyor belki. Bazen ne çok fiziksel ve psikolojik engele takıldığımızı düşündüğümde bir çevirinin iyi olması bir mucize gibi görünüyor gözüme… Tabii ki öyle değil. Çevrilemez denen nice metin çevrildi.
Önce okuru olduğum, sonra çevirdiğim yazarları sormuşsun… Klasikleri bir kenara bırakırsak Vladimir Makanin böyleydi benim için. Onu üniversite son sınıfta okumuş, sevmiş ve bir süre sonra yayınevine önermiştim. “Hah” dediğim bir kitaptı Underground ya da Zamanımızın Bir Kahramanı. Üstelik de hayattaki güzel şeyler gibi aramazken rastlamıştım.
Aslı, sen ne dersin bilmem ama çeviri aslında hayat kurtaran bir iş gibi geliyor bana. Çok az meslekte ihtiyaç duyulan bazı nitelikler bu meslek için elzem. İyi bildiğin bir şeyden bile emin olamamak, yalnız çalışmayı ve saatlerce hiç konuşmamayı sevmek, başka bir işte lüzumsuz kaçabilecek seviyede detaycı olmak vs. Çok okuyan ve yazmayı da seven biri çeviri de yapabilir gibi geliyor bana. Hem de çeviribilimi öğrenmeden! Çeviribilimin önemini küçümsediğimden değil, ama çeviriyi bir tür maceraperestlik, kendi başına edindiğin bir yeti, kitap kurdu olmak gibi şu dünyanın türlü yarışlarından öte bir uğraş gibi görmek doğrusu hoşuma gidiyor. Sen ne diyorsun bu konuda?
Aslı Takanay: Çok farklı düşünmüyorum aslında. Çeviribilimle ilgili kısımda bile! Şaka bir yana, çeviri eğitimine dair de en can alıcı noktaya parmak bastın bence; bahsettiğin niteliklere uzak birini sağlam bir çeviri eğitimi programı bile çevirmenliğe kazandıramıyor. Öte yandan kuram ve uygulamanın birbirinden ayrıştırılamayacağını düşünüyorum; tıpkı Aleksiyeviç’ten bahsederken değindiğin gibi, yaşamla edebiyat arasındaki geçirgenliğin bir benzeri kuram ve uygulama arasındaki geçirgenlik de. Nihayetinde kuram dediğimiz şey de çevirmenlerin neyi niye öyle yaptıklarını anlama çabasından doğuyor kabaca. Buna kafa yormak aslında genel olarak çeviriye ilişkin her şey ve özelde herhangi bir çevirinin ortaya çıktığı toplumsal koşullar, ilişkiler ağı üzerine düşünmek bir yerde, kuramın kendini araç kıldığı şey bu. Dolayısıyla bir çevirmenin kendi eylediği işe dair hissiyatını güçlendirecek, güvenini tazeleyecek (ya da mesleğe yeni atılacak birinin eyleyeceği işin karmaşık doğasına dair farkındalığını artıracak) bir yanı olduğunu düşünmekle birlikte, yukarıda andığın özellikleri taşımayan, taşımaya niyet göstermeyen birini de dünyanın bütün kuramları bir araya gelse çevirmen yapamaz kanaatindeyim. Böyle bir iddiası da yok zaten. Şu kitabı bu kurama, bu kitabı şu kurama göre çevirelim/çevirdim gibi bir şey de yok. İdealde kuramsal çalışmanın derdi, olanı anlama, anlamlandırma ve bulgularını tekrar, akmakta olan hayata katma çabası gibi geliyor bana.
Şu sözüne dönmek istiyorum aslında, “Çok okuyan ve yazmayı da seven biri kolaylıkla çeviri de yapabilir gibi geliyor bana” dedin ya; yakın hissettiğimiz alanların çeviri yaptığımız alanları büyük oranda belirlediğini düşünüyorum. Ya da o alanlarda çeviri yaparken kendimizi daha çok “yuvamızdaymışız” gibi hissediyor olabiliriz. Ama “şiir çevirmek için şair olmak şarttır” gibi daraltıcı bir yaklaşımdan ziyade, şiire ilgi duymayan, şiir okumayı, şiirle dolmayı sevmeyen birinin şiir çevirisine pek yeltenmemesinin hem kendisi hem de okuru için daha yerinde olacağını ifade etmekten yanayım. Ne dersin? Senin de şiirle kurduğun özel bir bağ var sanırım; hem okuru, hem yazarı hem de çevirmenisin şiirin. Açıkçası özgün yazı dilinin de şiirsel bir yanı olduğunu düşünüyorum ben. Bu ilişkiden biraz bahsetmek ister misin? Edebi çeviriye de Puşkin’in şiir-masallarından biriyle başladığını söylemiştin, hangisiydi? Neler yaşadın çevirirken? Ve belki oradan, eğer anlatmaktan bıkmadıysan, sana Dünya Kitap’ın Yılın Çeviri Kitap Ödülü’nü getiren Çevengur’a ve genel olarak Platonov’un diliyle kurduğun ilişkiye dair de bilgilendirirsin bizi.
Günay Çetao Kızılırmak: Çevirdiğimiz şiirli masal Çar Saltan’ın Masalı’ydı. O zaman kâğıtlara ya da bir deftere yazarak çevirmiştim, kafiyeler bulmakta çok zorlanmıyordum, eğleniyordum hatta, öyle anımsıyorum. Köprünün altından çok sular aktı. Şair değil ama iyi bir şiir okuru olmak, şiire alışkın olmak önemli elbette şiir çevirmek için. Hele kapalı bir şiirse çevireceğin, sadece söyleneni değil sezdirileni de, bir sürü incelikleri de aktarmalısın ki bunca emeğin neticesi kusursuz da olmuyor. Ben İosif Brodski’nin bazı şiirlerini çevirdim ve 160. Kilometre Yayınları için bir Marina Tsvetayeva kitabı. Kusursuz olmuyor demiştim… olmadı, evet. Düzyazı çevirirken er geç ulaştığım “oldu bu iş!” noktasına şiirde gelemedim. Ama hepten felç olmamak için mükemmeli kovalamaktan vazgeçmek gerekiyor bazı işlerde. Elinden geleni yapmak da iyidir. İnsan kendisine bunu söylemeli. Bazen birkaç kişinin çeke çeke uğraştığını sonunda güçlü biri kıyıya çıkarır, birbirimizin işlerini ileri taşırız böylece. Üstelik erek dilde ortaya çıkıveren bazı imkânlar kaynak dile dair huzursuzluğu telafi edebiliyor. Çeviri aslının kopyası olamıyorsa da, ondan gücünü almış, onu yeniden yaratmaya soyunmuş, bir anlamda yeni bir metin oluyor. Kimi dizelerin, kimi şiirlerin, az önce dediğim gibi, o yakadakinin tıpkısı değil ama bu yakaya has bir güzellikle çiçek açması.
Platonov’a gelince, onunla aramızda bir uyum olduğunu düşünüyorum. Onu sevdim ve anladım, nasıl hissederek ve neleri kurarak yazdığını sezdim, bunu neden klasik bir üslupla yapmadığını öğrendim ve kavradım. Bu uyumu Dönüş’teki öykülerde yakalamayı başardık. “Başardık” diyorum çünkü editör Özde Duygu Gürkan’ın emeği büyüktü bütün Platonov çevirilerinde. Sonrasında giderek daha zor eserleri çıktı karşıma, Çevengur gibi, ama artık üslubuna aşinaydım ve sanki kaldığım yerden devam ediyordum. Hatırlıyorum da Çevengur’u ben okul yıllarında bir türlü okuyamamış, öyküleri çevirince merak salıp tekrar almıştım elime. Ve müthiş heyecanlanmıştım. (İşte çevirmen olmanın şahsi faydası – bazı metinlere de çevirmeden varamıyoruz demek ki.) Seni heyecanlandıran bir metin çevirdiğinde yenilenen bir ilhamla çalışıyorsun. Platonov bu ilhamı verdi bana. Buradan yola çıkarak ben de sana sorayım mı? Çevirmen “ne kadar görünmezse o kadar iyi” mi? “Varsın çevirmen de şuracıkta duruversin, sesini işitelim, ne zararı var, ey okur” diyorum ben epeyi bir süredir. Sen ne dersin? Katkımız nedir ve ne olmalıdır çevirdiğimiz metinlere?
Aslı Takanay: Çevirmenin sesini işitmemizde hiçbir sakınca yok bence, hatta gerçekçi bakarsak çevirmeni, çevirmenin sesini aradan çıkarmak zaten mümkün değil, teoride de pratikte de. Çevirmenin yaratıcı aracılığını, üreten varlığını görmek ve kabullenmek gerekiyor sanırım. Theo Hermans’ın sevdiğim bir makalesi var bu konuda: “Çeviri Anlatıda Çevirmenin Sesi”. Çeviri eser okuyan insanların doğrudan yazarın kendisini okuduğuna dair yanılgısını ve çevirmenin hakkını/sesini teslim etmek gerektiğini konu ediyor özetle. Kabul etmek istesek de istemesek de çevirmenlerin de bir dili var. Farklı metinler, farklı yazarlar çıktıkça karşımıza, sınırlarını zorluyoruz kendi dilimizin/sesimizin ama kendimizden yüzde yüz sıyrılmak mümkün değil. Tabii, bu şu anlama gelmiyor, tonlar hep aynı kalıyor, yazarın üslubu hiç dikkate alınmıyor. Bu değil. Ama yazarın üslubuyla doğrudan temas eden çevirmen, okuduğumuz çeviriler ise çevirmenin o üsluba ve içeriğe dair yaptığı değerlendirmeye dayanarak (senin deyişinle, gücünü ondan alarak) verdiği kararlar ışığında ürettiği birer metin. Yaptığı uzun soluklu sözlü tarih çalışmalarını temel alan Aleksiyeviç kitapları bu açıdan iyi bir örnek olabilir. Farklı farklı insanlar konuşuyor sürekli. Çeviren sensin hepsini, kişiden kişiye geçtikçe içerik de tonlar da değişiyor ama senin sesin siniyor hepsine. Çernobil Duası’nda en zor öykündüğüm kısımlar askerlerin konuştuğu yerler oldu benim mesela. Öte yandan bütün samimiyetleriyle, duraksamaları, yutkunmalarıyla kayıplarını, yaşadıklarını anlatan insanları çevirirken en azından o açıdan zorlanmadım. Sesim sindi mi yine de hepsine, bence evet. Ya da mesela kitapta baştan biliyoruz hangi çevirmeni okuduğumuzu ama altyazı çevirisinde (çevirmen adı filmin sonunda yer aldığı için, o da yer alıyorsa tabii!) kimin çevirdiğini baştan bilmeden izlediğim film çok oldu. Eğer çevirisine aşina olduğum bir çevirmense adını görmeden çoğu kez tahmin edebiliyorum kimin çevirdiğini. Bu demek değil ki o çevirmen her filmde aynı tonda konuşturuyor karakterleri, tek bir filmde bile kaç tane kılığa bürünüyor insan mecburen ama işte tanıdığım bir çevirmense duyuyorum sesini.
Ya da mesela Çevengur’u Rusçasından okumuştum ben, epey de sevmiştim, ama Çevengur’u senden okumak diye de bir şey var benim için. Daha da sevdirdi bana o metni. Hem çok hayran kaldım diline, dildeki buluşlarına hem çok saygı duydum emeğine. Orada Günay’ı duymak benim için bir katkı, bir zenginlik, neden ve nasıl yok sayayım? Ve bunun, yani çevirmen seslerinin bize önemli bir imkân sunduğunu da düşünüyorum açıkçası. Okumalarımızdaki, yorumlayışlarımızdaki farklılıklar da aslında bir zenginlik olarak görülemez mi? Çok çevrildikleri için klasik çevirilerinde daha da çok çıkıyor ortaya galiba bu. Ne dersin? Klasikler demişken… Rusçadan çeviri yapanların ağırlıklı olarak 19. yüzyıl Rus edebiyatı eserlerinin Türkçesini ürettiğine tanık olduk uzunca bir süre. Elbette bunda o eserlerin artık telif kapsamında olmayışının ve yayınevlerinin yayın politikalarının etkisi büyük. Fakat son yıllarda farklı yönde de bir hareketlilik var sanki. Senin çevirdiğin Leskov gibi “o dönemden olup da yeni keşfedilenler” de var. Ya da tanıdığımız bir yazar olan Tolstoy’un Holstomer gibi daha az bilinen bir eseri de senin çevirinle dizgeye girdi. Yanı sıra 20. yüzyıldan eserlerle de daha sık karşılaşır oldu Türkiyeli okur: Senin Platonov çevirilerin, Zamyatin, Bulgakov, Zoşçenko vs. çevirileri de basıldı. Klasiklerden vazgeçilmese de farklı bir arayış da var mı sence?
Günay Çetao Kızılırmak: Evet, benim çeviriye başladığım dönemde,“Neden Rusçacılar devamlı klasikleri çeviriyor, neden Türkçeye yeni bir şey kazandırmak gibi bir dertleri yok?” şeklinde eleştiriler duyardım. Doğrusu klasik eserler dışında bir şey yayımlamak isteyen de azdı o zamanlar. Şimdi, aslında uzunca bir zamandır birçok yayınevi evvelce çevrilmemiş kitapların arayışında ve bu çok güzel. Örneğin (sevdiklerimden örnek vereceğim) Venedikt Yerofeyev’in Moskova-Petuşki’si Türkçeye çevrildi. Saşa Sokolov’un Budalalar Okulu. Mihail Şişkin’in Mektupların Romanı. Zahar Prilepin’i ben daha Rusçasından okuyamadım, baktım ki Türkçeye çevrilmiş. Eskiden pek az bilinen Sergey Dovlatov çevriliyor ve seviliyor. Pek sevgili Strugatski Kardeşlerin eserleri çevrildi. Varlam Şalamov’un Kolıma Öyküleri keza aynı şekilde. Rusça çevirmenlerinin sayısı da arttı elbette. Demek daha neler neler çevrilecek… Çok heyecan verici bir şey bu. Klasik çevirilerine gelince… ben senin fikrini de merak ediyorum. Evet, çevirilerin şöyle kırk elli senede bir güncellenmesi iyi bir şey, evet, bugünün olanakları yokken yapılan çevirilerde epeyi eksik kusur var… buna rağmen gereğinden fazla klasik çevirisi yok mu piyasada? Bir kitabın bir, bilemedin iki üç iyi çevirisi varsa artık bir yerde durmak gerekmiyor mu? Yoksa sınırsız ve sonsuzcasına çevrilmesinde bir sakınca yok mu bu romanların? Şunun farkında olarak soruyorum: “Bu iyi çeviri, ötesine gerek yok” diyebilecek bir mercii yok tabii. Şunun da farkındayım: Bizler de talep gören kitapları çevirmek durumunda kalıyoruz, maddi nedenlerden vesaire. Ve şunun da: Bahsettiğimiz gibi çevirmenin sesi de bir zenginlikse onu neden yeni yeni çevirilerle çoğaltmayalım? Yine de, “Of, bir Anna Karenina daha mı?” diye düşünüyor musun sen de bazen? Yahut okurlar düşünüyor mudur? Ben kendi adıma biraz sıkıldım. Son yıllarda bir iki klasik daha çevirdim ama bu konu beni huzursuz etmiyor değildi. Yaptığım klasik çevirilerinden pişman değilim elbet, öyle anlaşılmasın (muhteşem klasik metinler dururken çok da ısınamadığım bir postmodern metni çevirmek cazip gelmiyor hatta kimi zaman) ama belki zamanımın da giderek azalmasıyla, “Bunca zamana ve emeğe değecek, insanların işine yarayacak, daha önce okumadıkları yeni bir kitap çevirsem” kaygısı sardı içimi. Sen diyorsun bu konularda?
Aslı Takanay: İtiraf edeyim, çevrilmemiş bir eseri çevirmek beni de daha çok heyecanlandırıyor ve galiba daha anlamlı geliyor bu kadar çok klasik çevirisi varken. Şöyle düşünüyorum: Ekonomik açıdan mecbur kalmazsam, beni derinden yakalayan bir klasik önerilmedikçe tercih etmem. Bana “Hadi, klasik çevir bize” dendikçe, “Çevrilmemiş kadın yazarlardan bir seçki yapsak, var aklımda birileri” diye kaçmaya çalıştığım da oldu doğrusu ama o seçki önerisini somutlaştıracak vakti de bir türlü yaratamadım hayata yetişmek için koşturup dururken, orası da ayrı. Ama galiba bu kaçışlarda altyazı çevirisi hem sığınağım hem de en büyük destekçim oldu. En azından kimi zaman o tatmin duygusunu yaşatan filmlere sarılmak iyi geldi, hâlâ da geliyor. Dovlatov kitabı çevirmedim ama Dovlatov’un hikâyesini anlatan bir filmin altyazısını çevirdim mesela. O tür filmlerde edebi alıntılar, kültüre özgü espriler, göndermeler yoğun oluyor. Tabii altyazının teknik sınırları da giriyor işin içine, öyle uzun uzun yazamıyorsun, istesen bile dipnot kullanamıyorsun. İşi zorlaştıran öğeler bunlar ama ilgimi çeken kişilerle, konularla ilgili olunca bunlarla uğraşmayı bilhassa seviyorum. Maya Angelou, Betty Davis, Miriam Makeba belgeselleri de öyleydi benim için. Andrey Rublyov ve Camelot çevirileri de hemen aklıma geliverenlerden, dönem dilini oturtmak için de epey uğraşmam gerekmişti altyazıda. Brodski’nin yaşamöyküsünü konu alan Bir Buçuk Oda’yı çevirmek de iyi gelmişti mesela. İlkin bunların aklıma gelmesinin nedeni hem metinleri sevmem hem de çevirilerinin öyle kolayca çıkmamış olması tabii. Keyfiyle sancısını birlikte anıyorum. 🙂 Mesela sen biraz önce çok mütevazı bir şekilde bahsettin Brodski çevirilerinden ama aslında epey zorlu şairlerden biri, şiirlerinden bazı alıntıları filmde karşısına çıktığı için “mecburen” çevirmek zorunda kalan biri olarak senin oradaki katkının değerinin bilinmesini çok önemsiyorum. Kendi adıma teşekkür de etmek istiyorum.
Günay Çetao Kızılırmak: Sevgili Aslı, âdettendir, biraz da gelecek planlarımızdan konuşalım mı? Pandemi gelecek fikrini epeyce zedeledi hepimizde. Düşük gelirli ve hakları mütemadiyen gasp edilen bir kesim olan çevirmenler için kolay günlerden de geçmiyoruz. Bununla birlikte karantina sessizliğinde doğanın yeniden uyanması, hayvanların saklandıkları yerlerden çıkması gibi ruhlarımızı ya da içseslerimizi daha çok duyar olduk. Bazı imkânlar yakaladık. Sende bu günler nasıl bir iz bıraktı? Çeviri süreçlerini nasıl etkiledi? Ve ileriye dönük bir planın var mı? Sana sorduğum bu soruları ben de kısaca şöyle yanıtlayayım: Ben sadece okuyorum uzun süredir ve naçizane bir şeyler yazmayı deniyorum. Bir gün yine güzel bir kitabı heyecanla, acele etmeden, sakin bir gölün kıyısında, ne bileyim bir tatlı huzur duyarak çevirme hayalimi saklı tutuyorum. Erişilmez emeklilik hayali gibi oldu! Aslında sadece zaman, biraz daha zaman da yeterli olabilir kolları tekrar sıvamaya. Sözü sana bırakırken sevgilerimi gönderiyorum.
Aslı Takanay: Evet, kültür sanat alanında sosyal güvencesi olmadan çalışan tüm meslek grupları gibi bizi de zorluyor süreç. Aşısı bulunmuşken hâlâ her gün bunca insanın ölmesi de çok öfkelendiriyor.
Ben de daha az çeviri yaptım açıkçası bu süreçte, öyle denk geldi biraz da. Neredeyse pandeminin başlamasıyla eşzamanlı bir şekilde beni heyecanlandıran bir çalışmaya dahil olmuştum, kadınlarla sözlü tarih çalışması yaptık ve açık bir arşiv oluşturarak herkesin erişimini sağladık görüşme yaptığımız kadınların anlatılarına, adı Bizim Hikâyemiz. İçimdeki sesleri esas çoğaltan o oldu ve galiba bu sürece dayanmamı en çok sağlayan da.
Bir de Meslek Birliği’nde (ÇEVBİR) yürüttüğümüz iki çalışma can suyu gibi geldi; biri toplumsal cinsiyet eşitliğini desteklemek ve cinsel şiddeti önlemek için başlattığımız çalışma, diğeri de altyazı-seslendirme çevirisi alanında çalışma koşullarımızın iyileştirilmesi ve belirli bir standart yerleştirilmesi için giriştiğimiz çalışma.
Ama genel olarak yavaşladım gibi geliyor bana. Ve şu an bahsettiğin o hayale daha çok hasret duyuyorum sanırım. En azından doğaya daha çok dahil olabileceğim bir yerlere meyletmeye hevesim arttı. Başka bir yazarda ya da öyle bir yerde yollarımız kesişir yine belki Günay. Benden de sevgiler.
* Notos dergisinin Mayıs-Haziran 2022 sayısında yayınlanmıştır.