Çeviri Tarihinden Sayfalar bölümümüzde bu kez sizlere bir kurgudışı kitabın, Ahmet Hidayet tarafından dilimize çevrilerek 1927’de Kitabhane-i Sûdi tarafından eski harflerle yayınlanan Yeni Felsefe TarihiMeşhur Feylesoflar’ın ilk bölümünü Fransızca orijinali ve İngilizce çevirisiyle birlikte sunuyoruz. (Metne ulaşmak için tıklayınız: Emile Faguet – Initiation philosophique)

Aslen Initiation philosophique (Felsefeyle Tanışma) başlığını taşıyan kitap, Émile Faguet (1847-1916) tarafından yazılmış ve Librairie Hachette tarafından 1913 yılında “Collection des Initiations/Tanışma Dizisi” kapsamında yayınlanmış.

Émile Faguet aslında şimdilerde pek tanımadığımız, ama 1900’lü yılların ilk yarısında Osmanlı ve Türkiye’de kitapları yayınlanmış bir yazar: Nesâyih-i Aşereden, 1911; Evamir-i Aşere / Vatan – Vazife, 1912; Liberalizm yahut Hürriyetperver Bir Hükûmet Nasıl Hareket Eder, 1913-14; Ehliyetsizliğe Tapış, 1945. Zamanında Liberalizm yahut Hürriyetperver Bir Hükûmet Nasıl Hareket Eder adıyla ve Hasan Vasfi tercümesiyle yayınlanan kitabın 2018 yılında bu kez Liberalizm – Özgürlükçü Bir Hükümet Nasıl Olmalı? adıyla ve yine aynı çeviriyle (muhtemelen gözden geçirilip “yenilenerek”) yayınlanmış olduğunu da not düşelim.

Paris’teki École normale supérieure’den mezun olan Faguet, bir süre edebiyat öğretmenliği yaptıktan sonra akademik çalışmalara yönelerek 1897’de edebiyat alanında profesör olmuş. Edebiyat eleştirmeni sıfatıyla çeşitli dergilere yazılar yazdığı gibi, hem Balzac ve Flaubert gibi büyük yazarlar, Rousseau ve Nietzsche gibi düşünürler üzerine monografi/eleştiri tarzında eserler vermiş, hem de çeşitli siyasi kavram ve kurumları konu edinen “risale” tipinde birçok kitap kaleme almış. Hayli üretken bir yazar olan Faguet 1900’de de ünlü Fransız Akademisi’ne seçilmiş.

Yeni Felsefe Tarihi’nin çevirmeni olan Ahmet Hidayet (1895-1971) –Soyadı Kanunu’ndan sonra Ahmet Hidayet Reel­– ise Darülfünun’un Edebiyat şubesinden mezun olduktan sonra öğretmenlik yapmış, Kurtuluş Savaşı sırasında milli hükümete destek vermek için Ankara’ya gitmiş, gazetecilik yapmış, çeşitli Avrupa şehirlerinde kâtiplik ve konsolos vekilliği gibi diplomatik görevlerde bulunmuş ve gazetelere gerek kendi ismiyle gerek çeşitli müstearlarla yazı yazmayı, çeviriler yapmayı hiç bırakmamış bir entelektüel. Hidayet’in çevirmen ve yazar kimliklerini kasten birbirine karıştırdığı hoş bir anekdot da var; Ahmet Yesevi Üniversitesi’nin çevrimiçi Türk Edebiyatı Sözlüğü’nden naklediyorum: “Erol Üyepazarcı’nın aktardığına göre, Reel’in 1932 yılında Yankesiciler Kraliçesi adlı bir kitabı yayımlanmıştır. Bununla birlikte, bu kitap Pertev Şevket’in 1928 yılında Arap harfleriyle çeviri bir eser olarak yayımlanan kitabı ile aynıdır. Bu durumda Pertev Şevket imzasının, Reel’in bir takma adı olduğu anlaşılmaktadır. Yazar, bir dolandırıcılık olayını yabancı kahramanlarla anlatarak eseri sanki bir çeviri esermiş gibi bastırmış, bundan dört yıl sonra ise aynı eseri Latin harfleriyle ve kendi adıyla yeniden yayımlamıştır.” Nihal Yeğinobalı’nın 1950 yılında Genç Kızlar romanını Vincent Ewing diye hayali bir yazardan çeviriymiş gibi yayınlatmasını anımsamamak elde değil!

* * *

Peki neredeyse yüz yıl önce yapılmış bu çeviriye bugünden bakınca neler görüyoruz, dikkatimizi neler çekiyor? Tabii öncelikle, Arapça ve Farsça kökenli kelimelerin çokluğu, yine bu dillere has tamlama kurallarının tercih edilmesi ve Yunanca adların Fransızca telaffuzlarına göre yazılması (örn. Ampedokl, Ksenof, Mile vb.)… Yani dönemin telif ya da çeviri hemen tüm eserlerinde rastladığımız özellikler bu çeviride de göze çarpıyor. Öte yandan, dilin tarihsel konumunu yansıtan ve günümüz Türkçesiyle aradaki kaçınılmaz farklılıkları öne çıkaran bu gibi genel özellikler haricinde, çevirinin yahut belki o günün çeviri anlayışının da kendine has birtakım özellikleri olduğu söylenebilir.

İlk olarak, çeviride gözüme çarpan izah ve açıklama niyetine, okunacak metni anlaşılır kılma/olabildiğince Türkçeleştirme gayretine değinmek istiyorum. Belki hepimizin bir dereceye kadar malul olduğu, kaynak dile mümkün mertebe bağlı kalma alışkanlığının (doğru ya da yanlış) epeyce esnetildiğini gözlemlediğimiz birtakım örnekler verebilirim:

“İnsanlar mevcut olduğu andan itibaren dünya yüzünde her zaman felsefe ile iştigal edilmiştir.”
FR.: “On a philosophé de tout temps.”
İNG.: “Philosophy has always existed.”

Belki bugün kolayca “Felsefe her zaman var olagelmiştir” ya da “İnsanlar daima felsefe yapmıştır” şeklinde çevirebileceğimiz cümle, örnekte görüldüğü üzere sözcükten hiç tasarruf yapılmadan uzun uzun yorumlanarak çevrilmiş. Sanki fena da olmamış.

Yine benzer bir örnek:

“(…) henüz vasf-ı esasisini iktisap etmemiş…”
FR.: “(…) dans un devenir indéfini…”
İNG: “(…) in an indefinite state of becoming…”

Burada da “gayri muayyen bir olma/oluş hâlinde” diye karşılanabilecek bir ifade, “henüz asıl niteliğini kazanmamış” şeklinde yorumlanmış. Hidayet “olma/oluş hâli” tabirinin okurlarca iyi anlaşılamayacağını düşündüğünden olsa gerek, o daimi değişim/dönüşüm durumunu biraz daha açımlayarak/somutlaştırarak iletmeyi tercih etmiş. Bildiğim kadarıyla bugün “oluş hâli” ifadesi felsefe literatürüne yerleşmiş durumda.

Son örneğimiz:

“Efesli Heraklit ilk devir feylesoflarının en fazla ibham içinde yüzenidir.”
FR.: Heraclite d’Ephèse, très obscur du reste (…)
İNG.: Heraclitus of Ephesus (very obscure, and (…)

Aynı şekilde pekâlâ “çok müphem”, “filozofların en müphemi/anlaşılmazı/kapalısı” diye çevrilebilecek bir ifade (sanırım günümüzde kullanılan tabir “Karanlık Herakleitos”), “en fazla ibham içinde yüzenidir” gibi biraz deyimsel bir karşılıkla yorumlanmış.

Eski dilin ve kelimelerin kendine has tuhaf bir hoşluğu olabiliyor, ama buradaki örneklerde de gördüğümüz gibi çevirmenin şimdilerde alıştığımız daha nötr ve kalıplaşmış kullanımlar/karşılıklar yerine serbesti içinde, kalemini pek sakınmadan kendi tercihlerinin peşinden gitmesinde bize hem temkin hem de cesaret ilham eden bir şeyler olabilirmiş gibi geliyor bana.

İkinci olarak, yine okunurluk ve anlaşılırlığı artıracağı düşünülerek tercih edildiğini tahmin ettiğim (üstelik bunun gibi eski çevirilerde sık sık rastladığım) bir yaklaşıma değinmek istiyorum: cümlelerin bölünmesi, cümleciklerin (yan-cümlelerin) temel cümle hâline getirilerek kaynak metnin sözdizimsel tercihlerinin pek dikkate alınmaması. Aşağıdaki örnekle açıklamaya çalışayım:

“Zenon Gorcias’ın hocasıdır. Sokrat da bu Gorcias’ın muhalifidir. Zenon, meşhur bir ‘mantıkçı’dır. ‘Mantık’ ise Sofistailerin eseri olup gafil avlayan esasları ve delilleriyle muhaliflerini müşkül bir mevkie sokmuştur. Mantıkçıların esas fikirleri şu cümlede mündemiç bulunuyordu: ‘Mevcud-i ebediden mada her şey suridir. Her şey olan ondan başkası hiçbir şey değildir.’”

FR.: “Zenon d’Élée, qu’il faut nommer surtout parce qu’il a été le maître de ce Gorgias dont Socrate fut l’adversaire, était surtout un subtil dialecticien en qui le sophiste apparaît déjà et qui embarrassait les Athéniens par des arguments captieux, au fond desquels du reste apparaît toujours ce grand principe: sauf l’Être éternel tout n’est qu’apparence; sauf celui qui est tout, tout n’est rien.”

İNG.: Zeno of Elea, who must be mentioned more especially because he was the master of that Gorgias of whom Socrates was the adversary, was pre-eminently a subtle dialectician in whom the sophist already made his appearance, and who embarrassed the Athenians by captious arguments, at the bottom of which always could be found this fundamental principle: apart from the Eternal Being all is only semblance; apart from Him who is all, all is nothing.

Yukarıdaki yabancı diller bilinmese bile, şöyle kabaca bir göz atıldığı zaman, metnin hem orijinalinde hem de İngilizcesinde yan-cümleler vasıtasıyla tek bir cümle içerisinde toparlanmış olan kısmın, Türkçe çevirisinde beş-altı cümle halinde çevrildiğini görüyoruz. Örneğin cümlenin öznesi şöyle de çevrilebilirdi: “Bilhassa Sokrat’ın muhalif olduğu Gorcias’ın hocalığını yaptığı için adı daha fazla zikredilmesi gereken Elea’lı Zenon…” (Hidayet’in çeviriye dahil etmediği kısımlar olduğunu biliyorum, bunlardan bir sonraki maddede söz edeceğim.)

Hepimiz bir noktada Türkçenin uzun cümlelere müsait bir dil olmadığı, yüklemin kural olarak sonda bulunmasından dolayı Türkçede uzun cümlelerin anlaşılmasının nispeten daha zor olduğu yolunda sözler duymuşuzdur. Burada bunun doğru ya da yanlış olduğunu tartışmayacağım. Proust’un uzun cümlelerini Türkçede de yine uzun cümleler halinde ve büyük zevk alarak okuduk, öte yandan yukarıda benim yapmaya çalıştığım “uzun/bölünmemiş” çeviri de pek öyle çekici durmuyor sanki. Yine de yukarıdaki örnekten bir şeyler öğrenilebileceği; en azından çeviri yaparken cümlenin neye göre bölünebileceği, niçin böyle bir gereksinim duyulabileceği ve Türkçenin ­–varsa­– doğasının ne gibi isterleri olduğu gibi hususları yeniden düşünmek için bu çeviride eski bir tazelik bulunabileceği kanaatindeyim.

Cümlelerin bölünerek çevrilmesinin metni okurken bana verdiği bir histen de bahsetmek istiyorum. Konuşma ve yazı dili aslında birbirinden epey ayrı şeyler. En entelektüellerimiz dahi yazdıkları gibi konuşmuyorlar, böylesi de normal olan herhalde, çünkü öyle konuşmak düpedüz zor… Öyle ki uzun cümlelerle, tumturakla konuşanlara kimi zaman biraz övgü, biraz da alayla “Kitap gibi konuştun ha!” deriz. Ses tonu, beden dili, jest ve mimikler, esler, dil sürçmeleri ve benzeri birçok unsurun eşlik ettiği konuşma ediminin aksine yazılı metinler sadece yazılı harflerin ve belki bir miktar da metinlerarasılığın imkânlarına sahip. Bu yüzden kimi fikirler, kimi açıklamalar yazı dilinde belli bir karmaşıklığı, konuşurken çatamayacağımız bir yapıyı zorunlu kılıyor. Velhasıl bu ikisinin arasında, yani yazı diliyle konuşma dili arasında hemen her zaman, pek dikkat etmediğimiz büyük bir fark mevcut. İşte Hidayet’in çevirisinde dikkatimi çeken de bu farkın, cümlelerin bölünüp kısaltılması yoluyla epeyce kapatılmış olması oldu. Hidayet bölüp kısalttığı cümlelerle, metni orijinalinde ve İngilizce çevirisinde pek hissedemediğimiz bir konuşma üslubuna yaklaştırmış. Karşımızda bir felsefe hocası varmış da bize “feylesofların” hayatı ve fikirlerini anlatıyor sanki. Parmak kaldırıp soru sormamız işten bile değil!

Üçüncü olarak, yine eskiden yapılmış çevirilerde sıkça rastladığımız bir duruma işaret etmek istiyorum: kasti atlamalar. Yine bunun da çevirmenin yukarıda sözünü ettiğim serbesti içinde yaptığı, buna da kimi ayrıntıları, ikincil denebilecek kısımları, ek bilgileri Türkçe okuyanlar için gereksiz gördüğü yahut bunların metnin ana gövdesine, amacına uzak düştüğünü düşündüğü için karar verdiği kanaatindeyim. Tabii o yıllarda –tıpkı sinema “filmlerinin” maliyeti yüzünden yapımcıların film kullanımına dikkat edilmesini istemesi gibi– yayıncıların da kâğıt ve matbaa maliyetinden dolayı belli bir forma sayısının “tutturulmasını” isteyebildiğini biliyoruz. Ama vereceğim örneklerin bununla alakalı olduğunu zannetmiyorum.

Örneğin Hidayet kaynak metinde yer alan kimi yer adlarını aktarırken (örn. Mileli Tales, Klazomen’li Anaksagor), Demokrit (Abdera’lı), Zenon (Ele’li), Ksenofon (Kolofon’lu) ve Ampedokl (Agrigentum’lu) için, parantez içlerinde verdiğim memleket isimlerini kullanmamış.

Yine bir önceki maddede görüleceği gibi, “qu’il faut nommer surtout” “who must be mentioned more” (yani: “adı daha fazla zikredilmesi gereken”) ibaresini metne dahil etmemeyi tercih etmiş.

Keza Anaksagor’u anlatan kısmı çevirirken, kaynak metinde (“surtout physicien”) ve İngilizce metinde (“above all else a natural philosopher”) geçen küçük bir nüansı kendi çevirisinin (“fizikçi bir feylesof olup”) başına “her şeyden evvel/en başta” gibi bir ifadeyi ekleyerek karşılayabilecekken bundan imtina etmiş.

İrili ufaklı bunun gibi daha pek çok örnek mevcut, şimdi hepsini sıralayarak yazıyı uzatmak istemiyorum. Hidayet’in ya da o dönemin çevirmenlerinin bu yola neden başvurduğunu tam olarak bilmiyorum, yukarıda yalnızca kanaatimi paylaşmıştım, ancak hepimizin çeviri yaparken ara ara, “Ah şu kelime, şu cümlecik, şu ifade orada olmasaydı! Cümleyi ne güzel kurmuştum, şimdi işin yoksa buna bir çare ara…” diye söylendiği olmuştur. Tırmanmaya çalıştığımız çeviri dağının bitmeyen kayalıkları bize asla nefes aldırmaz. Dolayısıyla sebebi ne olursa olsun, çevrilmesi kolay ya da zor kimi ifadeleri atladığı için Ahmet Hidayet’in şahsında o dönemin çevirmenlerini –belki onaylamasak da– bir nebze anlayabiliriz sanıyorum. Ben metinde hiçbir şeyin atlanmaması, dağcılık yeteneklerimizi ne kadar zorlasa da tüm sarp kayalıkların aşılmaya çalışılması gerektiğini düşünüyorum, bunun gerekliliğine de beni en çok eski çeviriler ikna ediyor.

Çeviri metni kaynak metinle karşılaştıracak olanlar birtakım hatalı/yanlış çevirilerle, belki sansür denebilecek birtakım atlamalarla karşılaşacaklardır. Burada bunlardan bahsetmek istemedim. Onun yerine 1927’de yapılmış bir çevirinin bugünkü çeviri anlayışımız için neler söyleyebileceğini, bize neler öğretebileceğini, bize neleri yeniden düşündürebileceğini elimden geldiğince sıralamaya çalıştım. Bu vesileyle de daha kitabın başında “Karîlere” başlığıyla okurlarına hitaben yazdığı çevirmenin notunda “Emil Fage’nin Felsefe Rehberi veya Medhali suretinde dahi tercüme edilebilecek olan Initiation philosophique namındaki eserini lisanımızda me’nus [alışıldık] olmayan bir unvanı taşımasın diye Meşhur Feylesoflar namı altında nakletmeyi mercuh [tercih edilir] buldum,” diyerek, aslında yukarıda örneklendirmeye çalıştığım kimi hususlara dair kendi çeviri “poetika”sının ipuçlarını vermiş olan Ahmet Hidayet’i bir eserinin küçük bir parçasıyla da olsa sizlerle birlikte hatırlamak istedim.

Enis Köksaldı