Seda ERSAVCI

Delilerle uğraşmayı seviyor olmalıyım. Aksi takdirde ne Félix Francisco Casanova’nın ne Jack Kerouac’ın ne de Allen Ginsberg’ün cümleleriyle oynamaya cüret edebilirdim.

Félix Francisco Casanova’ya görür görmez vurulmuştum, seçim bana aitti. “Ben çevireceğim!” çığlıklarıyla çıkıvermiştim ortaya. Jack Kerouac – Allen Ginsberg: Mektuplar’ında ise durum biraz daha farklıydı. O zamanlar birlikte çalıştığım arkadaşım bana tuğla kalınlığındaki kitabı gösterdiğinde ağzım açık kalmış, sayfaları çevirirken ellerim titremişti. “Senin,” dediğinde ağlamaklı olmuştum. Mutluydum. Beat Kuşağı’nı çok sevdiğimden değil, sıkı bir Ginsberg ya da Kerouac hayranı olduğumdan hiç değil… Mektup ve şiir seviyordum ve kitap inanılmaz güzel gözüküyordu. Devasa bir projeydi, mücadele demekti; yapılmalıydı. Coşkulu ve heyecanlıydım. Hatta sabırsız…

Oysa bir kitabı çevirmeye başladığınızda bulduğunuz şey aradığınız şey değildir bazen; sürprizlere açık olmalısınız. Ahlanıp vahlanmaya, sevinç çığlıkları atmaya, yer yer tebessüme, hatta kahkahalara boğulmaya ve gözyaşı dökmeye hazır olmalısınız. Okurken de böyledir bu ya, çeviri yapmak okumaktan da sancılıdır. Başka bir hayatın kapısının içinden geçmek gibidir. İnsanın hem kendi, hem de ötekinin içine düşmesi gerekir. Sorumluluğu ağırdır. Yazarın yükünü bir okur olarak içinizde taşımakla kalmaz, onun sözcüklerini başkalarına iletecek olmanın bilinci altında kimi zaman kıvranıp büzüşür kimi zamansa erişebileceğinizi hayal bile edemeyeceğiniz kadar tepelere çıkıverirsiniz.

Jack Kerouac – Allen Ginsberg: Mektuplar’ın dört aylık çeviri süreci tüm bunları içinde barındıran bir süreçti işte. Çeviri hayatımın en zor işiydi. Daimi bir korku barındırıyordu. (Anlayacağınız o coşku ve heyecan yerini çarçabuk başka duygulara bırakıvermişti.) Hakkını verebilecek miydim? O dilin içine girebilecek miydim? Böylesi mahrem bir yazın türü beni nasıl etkileyecekti? Hayatlarına sorgusuz sualsiz dalıvermişken eserin bitiminde nasıl hissedecektim? Hatta hiç bitirebilecek miydim? Zira kitap bitmek bilmiyordu. Sürprizlerle doluydu. Pişmanlık yaratıyordu. Okyanusta bir kayık arıyordum sanki; öylesi ümitsiz bir durumdu. Kıyıya varmak -o zamanlar- mümkün değildi. Dövünmenin faydası yoktu, sadece daha kolay boğulmaya yarardı. Yine de dövündüm elbet. (Türkçesi dört yüz küsur Word sayfası eden bir metnin çevirisi sırasında dövünmemek elde değildir.) Dört ay Kerouac ve Ginsberg (ve tabii ki diğer Beat sakinleri) ile yatıp kalktım. Rüyalarımda mektuplar, sözcükler, küfürler, şiirler oradan oraya uçuşup durdu… Ginsberg ve Kerouac ile sabahlara uzanan sohbetler edildi. İçki şişeleri devrildi, akıl sağlığı pek çok kez yitip gitti…

 

seda_metin3

 

 

Tam olarak hatırlamasam da eminim ağlamışımdır da. (Rüyalarımda değil. Gerçek hayatta.)

Zira adamların deliliğiyle baş etmek bir yana, bir de sayısız araştırma yapmak icap ediyordu. (271 dipnot içeren bir kitapta araştırma yapmamak elde değildir.) Yazılmış, çizilmiş ne varsa okumak, bilmek gerekiyordu. Bana düşen rol buydu.

Saklamanın lüzumu yok. Çok zordu. Yıpratıcıydı. Üstelik Kerouac’ı pek sevmemiştim. Ginsberg ise içli adamdı. Kerouac, hele ki şan şöhrete kavuştuktan sonra, iyice çirkinleşmişti gözümde. Bencildi. Ginsberg yine içli adamdı. (En iyi ağladığı zaman yazıyordu.) Garip bir dostluktu. Hepimizinki.

Onlar beni hiç tanımadılar. Bense yirmi küsur yıl boyunca birbirlerine yazdıkları en mahrem şeyleri bile okudum. Diyorum ya, garip bir dostluktu.

Şikayetçi değil, aksine minnettarım. Zor olduğu kadar zevkli ve keyifliydi. Hele de birbirlerine kızdıkları mektuplardaki dilleri nasıl da eğlenceliydi! Yahut mektup bitiminde birbirleri veya kendileri için uydurdukları sıfatlar nasıl da yaratıcıydı! İki varlık arasındaki fazla kusursuz uyumun ve uyuşmazlıklar çarpışmasının hikâyesiydi bu.

Nihayetinde kitapla vedalaşmak bile güç oldu. Hoyratça bir sevgiydi bizimki. Nasıl da bir hazdı kucaklaşmamızın yarattığı.

Söylemeden geçmemeli: Bu dört ay boyunca (hatta öncesinde ve sonrasında da) bana destek olan, beni cesaretlendiren herkese, başta Selahattin Özpalabıyıklar olmak üzere yardımlarını ve desteklerini esirgemeyen Çevbir tayfasına, sevgili editörüm Yankı’ya ve Fransızca çevirilerde yardımıma koşan Emine Sarıkartal’a, çeviri sonrasında hayatımda duyduğum en güzel yorumları yapan ve beni mutluluktan ağlatan (evet, çok ağlıyorum, ne olmuş yani?) Elif Ersavcı’ya teşekkürü bir borç bilirim…

Okurlara gelince; hatalarımız affola. Dilerim Ginsberg ve Kerouac’ın bana geçirebildikleri tüm duyguları sizlere yansıtabilmişimdir. Keyifle, “sevgi ve sövgüyle” okumanız umuduyla…

 

İlk yayınlandığı yer: Kuzgun Dedi ki