Cemal ENER

Başlarken iki noktayı belirtmek isterim. Birincisi burada bir Benjamin uzmanı olarak konuşmuyorum, konuşmayacağım. İkinci noktaysa, ufak bir yanlış anlama: Ben burada Benjamin’in Moskova Günlüğü’nü çevirdiğim için bulunacağımı ve bunun “hafif” bir söyleşi olacağını düşünmüştüm. Fakat sonradan, ikinci görüşmemizde, benden bir konu başlığı istenince biraz tedirgin oldum açıkçası, çünkü konu ve başlık isteniyorsa o zaman bir konuşma da isteniyordur, diye düşündüm. Dolayısıyla mümkün mertebe buna hazırlanıp, sınırları, çerçevesi daha belirli bir söylem kurmayı deneyeceğim. Ama belki de çok başarılı olamayabilirim, çünkü alışık olduğum bir şey değil izleyici önünde konuşmak. Bir de bu tedirginlik bende başladığında, aklıma Foucault’nun College de France’a kabulü vesilesiyle yaptığı konuşma geldi. Hatırlarsanız o konuşma, daha sonra Söylemin Düzeni başlığıyla küçük bir kitapçık olarak da yayımlandı. Onun girişinde Foucault da kendi tedirginliğinden bahseder ve o tedirginliğin temelinde bir söyleme başlama, söz alma probleminin, yani başlangıç probleminin yattığını söyler. Foucault der ki, keşke arkamda tanımadığım adsız bir ses olsa ve o hep benim önümden söylemi sürdürse ve o sürüp giden söylemin içine ben bir yerinden sızsam, onu tekrar ederek arkasından yürüsem. Ben de düşündüm ki, bunu baştan alıntılayarak, deyim yerindeyse Foucault’yu tekrar ederek burada onun vasıtasıyla bir başlangıç yapmış olayım ve bir yerinden o söylemin içine sızayım. Fakat sonradan bu çağrışımın, yani Foucault’nun College de France’taki konuşmasının aklıma gelmesinin çok da tesadüfi olmadığını fark ettim. Orada o başlangıçtan duyulan tedirginlik, başlama, söz alma, söylemi başlatma tedirginliğinin aslında bir yanıyla Benjamin’inin düşüncesine de çok içkin olduğunu fark ettim. Bu da bence Benjamin’in aynı zamanda bir çevirmen olmasıyla bağlantılı bir gerçek. Hatta denilebilir ki Benjamin’in bir müellif olarak da çevirmen gibi yazması, giderek hayatı değerlendirirken bile, onu bir metin olarak kurgulayıp başka bir dile daha yüksek, kendinin olan bir dile tercüme etmeye çalışmasıyla bağlantılı bir şey.

Dolayısıyla bu çağrışımda bence ilginç bir iç referans da bulmak mümkün. Şimdi, konu saptama noktasına geldiğimde –zaten dediğim gibi biraz sürpriz olmuştu bu– kendi konumumla ilgili olarak, aklıma doğrudan Benjamin’in yazdığı kısa bir deneme geldi ve onun başlığını konu başlığı olarak söyledim: “Çevirmenin Görevi”. Bunun dışında, aynı başlık benim için de uygun, çünkü benim Benjamin’le ilişkim de, bir yorumcu olarak ya da en azından daha üst bir dilden Benjamin’i anlamaya çalışan bir yorumcu olarak değil, onun dilini yeniden kurmaya çalışan bir çevirmen-yorumcu olarak kurulmuş bir ilişkiydi. Bence bu açıdan da bu başlık anlamlı bir başlıktı. Sonuçta demin de değindiğim nokta, Benjamin’in felsefeyi de edebiyatı da, sonuçta genel olarak hayatı da bir metin olarak ele alması ve o metin içerisinden kendi duruşunu yeniden kurgulamak istemesi; bu da aslında bir tür çeviri faaliyetiyle yapısal benzerlikler gösteren bir yaklaşım diye düşünüyorum. Benjamin’in çok fazla alıntılanmamış ya da üstüne çok yorum yapılmamış, oldukça kısa bir pasajı vardır Berlin’de Çocukluk kitabında. Çorap başlığını taşıyor bu metin. Onu size kısaca okuyacağım. Zaten dediğim gibi çok yoğun, ama metaforik yapısı ve vardığı sonuçlar açısından çok önemli, belirleyici bir metindir bence:

Her istediğimde açılan ilk dolap komodindi. Yalnızca kulpunu çekmem yeterliydi; o zaman kapağı kilidinden kurtuluyor, bana doğru açılıyordu. O kapağın ardında saklanan gömleklerin, önlüklerin, fanilaların arasında, komodini benim için bir serüvene dönüştüren şey bulunuyordu. En dipteki köşelere doğru yolumu açmam gerekiyordu; sonra eski usulde tersyüz edilip iç içe katlanmış ve üst üste istiflenmiş çoraplarıma ulaşıyordum. Her bir çorap çifti, küçük bir torba gibi görünüyordu. Hiçbir şey, elimi bu torbaların içine daldırmak kadar zevk vermezdi bana. Çorapların sıcaklığını duyumsamak için yapmıyordum bunu. Beni bu torbaların derinliklerine çeken, o tersyüz edilmiş içlerinde hep avcumun içinde tuttuğum, yani “beraberimde getirmiş olduğum” şeydi. Yumuşak, yünlü kütlenin içinde, onu tüm gücümle avcumun içine aldığımdan emin olduğum zaman, oyunun ikinci bölümü, ortaya çıkarma işlemi başlardı. Çünkü bu kez, “beraberimde getirmiş olduğum” şeyi yün bir torbanın içinden çekip çıkarmaya koyulurdum. Onu kendime doğru çekerdim, ta ki beni hayrete düşüren o olay gerçekleşene kadar: “Beraberimde getirmiş olduğum” şeyi çekip çıkarmıştım, ama onu içinde barındırmış olan “torba” artık yoktu ortada. Bu işlemi defalarca tekrarlamaktan alamazdım kendimi. Bu işlem, biçim ve içeriğin; örtünün ve örtülenin aynı şey olduğunu öğretti bana. 

Burada varılan nokta bence çok önemli: biçim ve içeriğin, örtünün ve örtülenin aynı olması… Bu Benjamin’in bir keşfi değil tabii, belki adını modernizmin koyduğu bir kırılma noktası. Ama Benjamin’de bu yine her zamanki gibi, Benjamin’e özgü bir kararsız, ikircimli tutumla birlikte var oluyor. Çünkü biçim ve içeriğin aynı olması, aslında onun o biçimin içerisine daha önceden var olmuş bir tinle girmesi, elinde “beraberinde getirmiş” olduğu o şeyi, o tini, o ruhu da dışlamamasını sağlıyor. Burada sanki Benjamin için söylenen, en azından eleştirmenlerin söylediği şey, eksik kalıyor. Yani onun modernizmin son büyük düşünürlerinden biri olduğu saptaması eksik kalıyor, çünkü Benjamin’in aynı zamanda belki modernizmin bittiği noktada, postmodernizmin de nüvelerini barındıran bir düşünceye sahip olduğunu düşünüyorum. [pullquote]Burada sanki Benjamin için söylenen, en azından eleştirmenlerin söylediği şey, eksik kalıyor. Yani onun modernizmin son büyük düşünürlerinden biri olduğu saptaması eksik kalıyor, çünkü Benjamin’in aynı zamanda belki modernizmin bittiği noktada, postmodernizmin de nüvelerini barındıran bir düşünceye sahip olduğunu düşünüyorum. [/pullquote] Bunu şöyle açıklamayı deneyebilirim: Düşünce tarihinin her evresi, her aşaması esasen insan düşüncesine hep içkin olan üç figürü farklı terkiplerde biraraya getirmekle oluşuyor. Bu figürleri kült ya da ritüel, muhakeme ya da yargı ve oyun olarak niteleyebiliriz. Bana öyle geliyor ki, modernizmde oyun, bu terkibin içinde çok geri plana itilmişti. Postmodernizmde ve belki Benjamin’de bu oyun karakteri, figürü, o üçlü terkibin içinde tekrar daha üst, daha başat bir yere geliyor; ritüelle birlikte. Bu noktada Benjamin’in geçmişe, tarihe duyduğu ilgiyi de açıklamak mümkün belki, çünkü o, tarihi akıp giden, çizgisel bir bütün olarak görmekten ziyade kendi oyununu kurabileceği, fragmanların, parçacıkların bulunduğu bir torba gibi görüyor ve o torbanın içine kendi elini daldırıp çıkarttığında yeni terkipler, görünümler oluşturuyor. Dolayısıyla, Benjamin’in sistematik bir düşünür olmadığını söylemek çok önemli değil aslında, çünkü zaten sistematik olmasını beklemek boş, nafile bir beklenti olurdu. Bu noktada, asıl gelmek istediğim denemeye, Benjamin’in “Çevirmenin Görevi” başlıklı denemesine gelmek istiyorum. Bu denemeyi biraz yorumlamak isterim.

Bu, 1921 yılında bir matbaacıyla birlikte çıkartmayı planladıkları bir dergi için, o derginin ilk sayısı için yazdığı bir deneme. Maddi problemler yüzünden bu proje gerçekleşmiyor sonradan. Buna rağmen Benjamin ilk sayı için bütün yazıları, arkadaşlarından ve yakın çevresinden toplamış. Zaten bu derginin çok seçkin, sınırlı sayıda yazara yer veren, meraklısına metinlerden oluşan, seçkin bir dergi olmasını düşünüyormuş ve kendi yazdığı deneme de bu niteliklere uygun. Oldukça zor, girift bir metin var karşımızda. Gerçi çok uzun değil, ama çok yoğun, teolojik, hatta giderek ezoterik bir dille yazılmış. Ve başlığının, “Çevirmenin Görevi” başlığının, çağrıştırdığı o didaktik, öğretici, pratik önermelerden tamamen yoksun. Tersine, çeviri faaliyeti üzerinden, yine bir metafizik hayat kurgusuna varmaya çalışıyor gibi geliyor bana. Hatta diyebilirim ki, vasiyeti olarak kabul edilen ‘Tarih Kavramı Üzerine” başlıklı denemesinde –ki çok daha sonra yazılmış ve Marksizme çok daha önem verdiği, onu düşüncesinin içine çok daha yoğun biçimde entegre etmeye çalıştığı dönemlerde– vardığı noktaların bütün nüvelerini aslında bu metinde de bulmak mümkün.

Bu metin öncelikle sanat yapıtının katiyen alıcısına –söz konusu olan bir edebi metinse okura, resimse izleyene, müzikse dinleyene– yönelik bir kaygıyla yapılmadığını, hatta böyle bir kaygının olmaması bir yana, onları hiç dikkate almadan oluşturulduğunu söylüyor. Dolayısıyla burada çevirinin rolü, özellikle edebi metinler için baştan problematik bir konu oluyor. Kim niçin çevrilir, bir de, kim çevrilir, kim çevirir? Yani her metnin çevrilebilirliği onun ideal okurunu, ideal olan yorumcusunu bulabilmesine mi bağlıdır? Gerçi bu biraz tali bir soru. Ve Benjamin bu sorunu şu şekilde aşmayı başarıyor: Diyor ki, asıl önemli olan metnin çevirisinin prensibini, daha doğrusu yasasını kendi içerisinde barındırmasıdır: çevrilebilirlik biçiminde. Kendi çevirmenini bulup bulmaması, metin açısından çok önemli değildir, çünkü biz hatırlanması gereken bir andan, hatırlanması gereken bir hayattan bahsederken, illaki onu bütün insanların hatırladığını önkoşul olarak varsaymayız. Bütün insanlar o anı unutmuş bile olsalar, o kendi içinde hatırlanması gereken bir an değerini taşır ve bu insanlara referansla tanınmış bir değer değildir. Bunu söylediğimizde, hatırlanması gereken, ama kimsenin hatırlamadığı bir andan söz ettiğimizde, en fazla bunun bir talep olarak ve daha üst bir soyutlama düzeyinde hak edilmiş bir değer olarak metnin içinde barındığını düşünürüz diyor. Dolayısıyla çevrilebilirlik çevirinin bir yasası olarak zaten metnin kendi içinde vardır, o metin, çeviriyi talep de etmektedir diyor. Onun gerçekleşmesi, kendi hayatını idame ettirebilmesi için çeviri bu anlamda başat, asli bir unsurdur da aynı zamanda. Burada çok önemli bir noktaya gelmiş oluyor Benjamin. O da zamansal öncelik, sonralık ilişkisi. Çünkü, bir tür, orijinal metin, özgün metin bu anlamda hep önce olan ve gerçekleşmek için hep bir çeviriyi bekleyen metin olarak konumlandırılıyor. Bu Benjamin’in belki de çok daha sonraları ve çok daha belirgin bir biçimde düşüncesinde rol oynayacak olan tarihçiliğinin de ve o tarihe yaklaşma biçiminin de bu denemede nüve olarak bulunması anlamına geliyor.

Metnin hayatı ve sürdürülen hayatı, hayatın idame ettirilmesi kavramları, bu noktada önemli. Bir kere Benjamin bir eseri, bir metni bu anlamda üç ayrı eklemden oluşmuş olarak yeniden kurguluyor. Birincisi metnin zaten kendinden önceki kaynaklarla kurduğu akrabalık ilişkisi; ikincisi bizzat yaratıcısının, sanatçının onu biçimlendirdiği dönem, ve sonrası -hayatın sürdürülmesi diyor buna- aslında çevirisinin yapıldığı, faaliyet içinde olduğu dönem. Böyle üçlü bir zamansallık var her metnin kendi içerisinde. Ve bu silsilede çeviri son gelen şey olduğu gibi, bir anlamda ve aynı zamanda o silsiledeki en yüksek dil olmuş oluyor. Çünkü Benjamin için çeviri bir anlam aktarımı değil. Bu nokta çok önemli ve Benjamin bunun üzerinde uzun boylu tartışıyor. Bu arada bir parantez açmak istiyorum. Bu denemenin yapısı da çok enteresan. Benjamin sürekli sorduğu sorularla çevirinin nasıl olmayacağı ve ne zaman olmayacağını sorguluyor ve oradan bir ‘olur’a varmaya çalışıyor. Fakat helezonik bir yapı kurmuş ve her sorgulama sürecinin sonunda çevirinin imkansızlığı noktasında bir soluklanıyor ve ondan sonraki adımını daha soyut bir düzeyde sürdürüyor. Fakat o da bir spiral çizerek tekrar bir tıkanmayla noktalanıyor. Ve zaten metnin sonunda da kendi çevirisini kendi içinde barındıran, kutsal metinler gibi oldukça soyut bir noktada ve açıkçası çok da doyurucu bir cevap vermeden kesiyor denemeyi.

Şimdi tekrar çevirinin anlam aktarımı olup olmaması meselesine dönersek… Evet, çeviri bir anlam aktarımı değildir. Dolayısıyla çevirinin özgün metne bir analoji ilişkisiyle bağlanması yanlıştır. Onunla bir akrabalık ilişkisi kurmak zorundadır ve bilindiği gibi bütün benzerlik ilişkileri bir akrabalık anlamına gelmez. O halde nedir çeviride gerçekleşmesi gereken? Özgün metinden çeviriye geçebilen şey nedir, enerji nedir? Buna ilk verdiği cevap, en alt sorgulama düzeyinde diyelim, verdiği cevap niyetlerin aktarılması oluyor. Yani özgün metindeki niyetin başka bir dil içerisinde yankılanması diyor buna. Fakat burada bir paradoks ortaya çıkıyor, çünkü eğer bir benzerlik, bir analoji ilişkisiyle yeniden üretilmeyecekse özgün metin, o halde o niyeti öbür tarafa aktarmak nasıl mümkün olacak? Üstelik düşünmek gerekiyor ki, çevirmenin niyetiyle müellifin niyeti hiçbir zaman aynı olamaz. Kendisi de zaten bunun farkında ve şöyle açıklıyor: Müellif zaten kendi dilinin içinde, orada yolunu bulmaya çalışıyor ve oradan bir nevi besleniyor. Buna mukabil çevirmen o dilin dışında, o metnin de dışında. Dolayısıyla müellif kendi evindeki diline, kendi dilinin içindeki bütün referanslara açık iken, çevirmen sadece onun kurduğu sınırlı muhteviyat bağlamlarıyla kendini tanımlamak zorunda ve bunların da içinde değil, karşısında. Onu başka bir dile davet etmesi, ona bir yer göstermesi ve gösterdiği yerde, o uzam içerisinde o niyetlerin tekrar yankılanmasını sağlamakla yükümlü, diyor Benjamin. Dolayısıyla, ilkin, niyetleri baştan ayrıştığı için yazarla çevirmenin yaklaşımları da farklı olmak zorunda diyor. Bunu da kendisi şöyle açıklamış. Bu denemede Benjamin müellif derken daha çok şairi kastediyor. “Şairin dili” diyor “özellikle naif, öncel ve duyusaldır. Çevirmeninkiyse türetilmiş, nihai ve düşünseldir.” Ve bu daha üst bir soyutlama düzeyine, daha üst bir düzeye tekabül ediyor. Benjamin’in buradan vardığı sonuç, çevirmenin aslında var olan gizilgücü, özgün metindeki gizilgücü, tohumları bir nevi felsefi bir çözümlemeye tabi tutan köprü olması gibi bir şey. Yani felsefi öğretiyle hammadde arasında, deyim yerindeyse, bir aradır, bir geçiştir çeviri metni. Bu yüzden de nihai olmak zorunda, düşünsel ve türetilmiş olmak zorunda. Dolayısıyla burası bir imkansızlık noktası, yani aslında çeviri olmaz demenin bir başka yolu bu. Buradan yeni bir ivmeyle, daha üst düzeyde bir tartışma içine giriyor. Bunu da şöyle açıklamaya çalışayım: Eğer anlam aktarımı asli değilse; daha doğrusu anlam bir metnin belirleyici, başat unsuru bileşeni değilse, o zaman ne kalıyor geriye? Söz kalıyor, söyleme tarzı kalıyor, ifade biçimi kalıyor. Ve burada çok eski bir ideal çeviri formülüne, yani kendisinden çok önce ideal çeviri formülü olarak kabul görmüş bir noktaya işaret ediyor; diyor ki, eskiler iyi çeviri için anlam aktarımında özgürlük, söze sadakat formülünü geliştirmişlerdir. Bir kere bu kendi içerisinde çok paradoksaldır, çünkü eğer anlamı istendiği gibi vermek konusunda özgürce davranabilecekse çevirmen, özgürce hareket edebilecekse söze sadık kalması zordur, çünkü söz özgün dilde, kaynak dilde anlamla, muhteviyatla hep farklı bir ilişki içinde olur. Bu ilişki öbür dilde aynı biçimde kurulamayabilir diyor. Yani her söz her dilde aynı anlama gelmeyebilir. Yani söze sadakat zaten anlama baştan sırt çevirmektir. Dolayısıyla doğru olan da zaten budur diyor. Ve yine zamansallık noktasına gelerek şöyle bir metafor kullanmış; aslında bu hoş ve aydınlatıcı bir metafor ve yine Benjamin’in tarihçiliğini içinde barındıran bir metafor belki: Çeviri ve özgün metin bağlantısını ve bu faaliyeti bir kabın bir sürahinin parçalarına benzetmek mümkün. Çünkü biz eğer o kabı, sürahiyi tekrar kuracaksak, bir bütün olarak tekrar inşa edeceksek o zaman o parçaları buluruz, birbirine geçen parçaları keşfederiz ve onları bir bütünün içerisinde bir araya getiririz, onları bir dizi halinde sıralarız, yapıştırırız ve bunlar bir arada o bütünü, o kabı tekrar kurarlar diyor. Ama bu parçaların hiçbiri birbirine benzemez. Çeviriyle kaynak metin arasındaki durum da budur. Benim çeviride kullandığım parçacıklarla özgün metindekiler birbirine benzemezler, ama bir araya geldiklerinde dillerin birbirini tamamlaması şeklinde daha üst, daha soyut düzeyde o kabı, o sürahiyi yeniden oluştururlar, diyor. Ve bu daha saf bir dildir. Yani vardığı yer daha saf bir dildir, diyor. Bu saf dilden ne kastettiği sorusu belki bu noktada ön plana çıkıyor biraz. Orada yine bir başka metafor var aslında. Çeviriyle özgün metnin ilişkisi bir anlamda daireyle tanjantın ilişkisi gibidir Benjamin’e göre. Tanjant sadece bir noktada daireye dokunur, sonra sonsuzlukta bir düz çizgi olarak akıp gider, diyor ve onun yasasını o dokunuş belirler, o nokta değil diyor. Tıpkı çevirinin de özgün metne sadece çok uçucu bir noktada, sadece küçücük bir noktada dokunup, sonra dilin kendi hareket yasasıyla bir düz çizerek uzaklaşması gibi. Aslında galiba onun saf dile varmanın bir yolu olarak ideal çeviri biçiminde gördüğü şey de bu. Nitekim burada zaten Hölderlin’den bir örnek veriyor, Hölderlin’in Sofokles çevirisi. Bu çevirinin Almanca’nın kendi kurallarını, kendi yasalarını ne kadar sarstığını, çiğnediğini söylüyor ve ‘canavarca’ diye bir deyim kullanıyor hatta. Ama bu onu beğenmediği anlamına gelmiyor. Tam tersine bunu ideal bir çeviri olarak görüyor. Fakat bunun içinde de anlam aktarımına bu kadar sırt döndüğü için yalnızca dilin kendi dalgalanmalarını, hareketlerini, esip geçmesini ön planda tuttuğu için ve özgün metne belki de sadece küçücük bir noktada dokunup geçtiği için bir anlam kaybı tehlikesi olduğunu söylüyor. Ve nitekim Hölderlin’in de bu Sofokles çevirisinin, Benjamin’in hayran olduğu o çevirinin, Hölderlin’in son çalışması olduğunu, ondan sonra da Hölderlin’in tümüyle suskunluğa gömüldüğünü, dilin kapılarının üstüne kapandığını söylüyor. Bu vardığı nokta, hem anlamın yitirilmemesi hem de o saf dile ulaşmanın yolu. Bunu belki Benjamin’in denemesinde aramak nafile bir çaba olur. Onun dile getirdiği çözüm, kutsal metin yani kendi çevirisini de içinde taşıyan bir metin. Bunun nasıl bir şey olduğu bence de muğlak. Ama bu denemede Benjamin’in yapmaya çalıştığı şey, onun daha sonra aslında bir tarihçi, kendi deyimiyle bir tarihsel materyalist, teolojiyi de yedeğine alan bir tarihsel materyalist olarak yapmaya çalıştığı şeyin ilkelerini ortaya koyduğu bir metin olması açısından önemli.

[pullquote]Benim Moskova Günlüğü’yle bağlantılı olarak yaptığım bir dizi okuma oldu. Benjamin’in Moskova’da yaşadıklarını bazı diğer kaynaklardan aktarmak ve özellikle, tabii Benjamin’in Moskova ziyaretinin ana nedeni olan Asja Lacis’in gözünden aktarmak için.[/pullquote]

Şimdi bana gelecek olursak. Benjamin’in buradaki çevirmenlik faaliyetiyle çok yakın bir ilişki kurmam çok mümkün değil. Zaten Benjamin’in kendi söylediği de herhangi bir metnin çevirisi değil. Çevrilmeyi, kalmayı yani hayatını sürdürmeyi, idame ettirmeyi, öteki kuşaklara kalmayı hak eden metinlerden bahsediyor Benjamin. Bunlar zaten o ideal dilin tohumlarını kendi içinde barındıran metinler. Bu anlamda o saf dili gizil güç olarak kendi içinde barındıran metinler. Benim çevirdiğim Benjamin metni, sonuç itibariyle bir günlüktü, hatta basılmasını dahi düşünmeden yazmış olduğu bir günlüktü. Zaten bu günlüğün girişinde, Gershom Scholem’in yazdığı önsözde, Scholem’in bu metnin hiçbir Benjamin metninde görmediği bir dolayımsızlıkla yazılmış olmasından duyduğu hayreti dile getirmesi ilginçtir Gerçekten böyle birkaç günlük denemesi vardır Benjamin’in, ama hiçbiri uzun ömürlü olmamıştır; ikincisi hepsinde bir okunma kaygısı, paradoksal bir biçimde vardır. Yani birilerinin onu okuyabileceğini ve oradan belli sonuçlar çıkarabileceğini öngörerek yazmış gibidir sanki. Buna mukabil Moskova Günlüğü’nde bütün bu temkini elinden bırakmıştır. Çok daha dolayımsız, çok daha mahrem ifadelerle, yaşadıklarını hemen hemen günü gününe aktarır, aşağı yukarı iki ay süren bu Moskova gezisi sırasında. Dolayısıyla burada böyle bir ideal dil, soyut saf dil nüveleri aramak çok anlamlı değil belki. Ama sonuç itibariyle müelliften çevirmene geçen enerji bakımından belki Benjamin’in öngörmüş olduğu bazı yakınlıklar ister istemez oluşuyor. İnsan her halükarda biraz metafizik bir soru soruyor çevireceği metne yaklaşırken. Nedir buradaki niyet, diye. Sanki o niyet hep var kalan ve o metnin içinde sürekli barınan ve aşkın, tarih aşırı bir unsurmuş, bir elemanmış gibi onu bulup çıkarmaya ister istemez çalışıyorsunuz. Benim Moskova Günlüğü’yle bağlantılı olarak yaptığım bir dizi okuma oldu. Benjamin’in Moskova’da yaşadıklarını bazı diğer kaynaklardan aktarmak ve özellikle, tabii Benjamin’in Moskova ziyaretinin ana nedeni olan Asja Lacis’in gözünden aktarmak için. Asja Lacis’in de 70’li yıllarda bir anı kitabı çıkmış çünkü. Gershom Scholem’in, Benjamin’le dostluğu hakkında yazdığı kitabı okudum. Ve bunların sonunda şöyle ilginç bir noktaya vardım . Benjamin yaşantısını tam da böyle ideal metin dediği şeyler gibi kurguluyor. Yani orada aslında gerçek niyetlerini hep gizli tutmaya özen gösteriyor. Mesela Scholem’e Moskova’ya gidiş nedenlerini açıklarken Asja Lacis’ten kesinlikle söz etmiyor; bazı başka insanlara yazdığı mektuplarında bu sefer başka bazı nedenler öne sürüyor, bazılarını saklıyor. Bir gizlenme, saklanma dürtüsüyle hareket ediyor sanki. Bu birinci nokta. İkinci nokta da şu: Bu “Çevirmenin Görevi” denemesini 1921’de yazdıktan hemen sonra Goethe’nin Seçilmiş Yakınlıklar ya da Gönüllü Akrabalıklar biçiminde çevrilebilecek romanının bir eleştirisini yapmaya soyunuyor.

Bu Goethe romanını, hakikaten “Çevirmenin Görevi”nde sözünü ettiği tarzda, müthiş ayıklayarak ve parçalayarak kullanıyor. Yani metnin bazı bölümlerini hiç dikkate almıyor, bazı bölümlerle, diğer ilişkisizmiş gibi görünen bazı bölümler arasında çok farklı köprüler kuruyor ve sonunda bazı sonuçlara varıyor. Mesela Bernd Witte’nin de Yapı Kredi’den yayımlanan biyografisinde belirttiği gibi, bütün bunları yaparken aslında Jula Cohn’la arasındaki ilişkinin, yarım, bitmemiş, çözümlenmemiş ilişkinin Goethe metni üstünden başka, daha üst, daha soyut düzeyde çözümlenmesine, bir sonuca vardırılmasına çabalıyor. Bu da bence Benjamin açısından çok tipik bir olay; dediğim gibi kendi yaşantısı da dahil olmak üzere, tüm hayatı bir metin gibi kurgulayıp onun eleştirisinden, onun çözümünden bir noktaya varma çabası… Moskova’da da benzer bir yaşantıyı tekrar üretiyor diyelim, yalnız bu sefer Asja Lacis’le. Hakikaten Asja Lacis’le de ilişkisi, bir türlü tam anlamıyla gerçekleşmeyen ilişkisi –ama onun için hayatının en büyük üç aşkından biri kendi ifadesiyle- insanı şaşırtıyor, düşündürüyor. Müsaade ederseniz Witte’nin o konuyla ilgili olarak yazdığı bir bölümü okuyacağım:

Benjamin en yakında olan sevdiği kadını; onu Ottilie’de stilize ederek, en uzaktaki, yani en uzaktaki uzaklığa, ölüme kaçan bir sevgili yapıyor. Böyle bir mesafe koymaya onu iten nedir? Öteki kadınlara, örneğin Asja Lacis’e olan benzer davranışları düşünüldüğünde, savunma yoluyla sürekli bir bağlılıktan korunmaya çalıştığı, çünkü gündelik yaşamda aşkın ölümüne katlanamayacak olduğu tahmini akla yakın geliyor. Ama burada söz konusu olan birey psikolojisine ilişkin olgular değil, büyük bir aşığın gözünde aşkın bir tek hangi biçimde olanaklı göründüğüdür: onu gerçekleştirmekten vazgeçerek. Benjamin sevgiliyi bir metne ve metni asıl sevgiliye dönüştürüyor. Sonsuz çalışmayı ancak bu sevilen nesne daha yakınlaştırabilir. Aynı zamanda, sıradanlık içinde yok etmemek için, saygıdeğer bir uzaklıkta da tutar onu (WB;52)

Bu noktada ben de bir nokta koyayım konuşmama. Belki sorularınız olacaktır, o şekilde devam edebiliriz.

 Çevrilmeyi hak eden metnin belirlenmesindeki kriterler nasıl belirlenebilir? Sanıyorum Benjamin’in denemesinde bunlar o kadar net değil. Kim, nasıl karar veriyor metnin çevrilmeyi hak ettiğine?

Zaman. Evet, zaman. İşte, daha soyut düzeyde, yani saf dil dediği yerde yine o klasik mesihçi düşünce de var aslında. Yani bir metin yaratıldığı dönemde hiçbir zaman çevrilmez ya da çevrilse bile iyi bir şey olmaz bu. Onun için, o metnin yaşadığını ve yaşamaya hakkı olduğunu göstermesi lazım. Yani hayatını idame ettirmiş olması lazım. Dolayısıyla bir gün kendi kurtarıcısını, gelecekte kendi kurtarıcısını bulacaktır. Hak etmek böyle bir şey. Bir metin farklı veçheleriyle yeniden ve tekrar yaşayabiliyorsa, yaşamını sürdürebiliyorsa o metin zaten çevrilmeyi hem hak, dolayısıyla hem de talep ediyordur. Bu tür metinler, içlerinde zamanın sürekli yeniden üretebileceği bir nüveyi barındırıyorlardır; böyle bir tohumu barındıran metinlerdir bunlar.

Saf dil de, işte o metni her seferinde kurmak demek aslında Benjamin’e göre. Her seferinde aslında başka türlü kurmak demek. Her seferinde o özgün metinden uzaklaşarak ona yakınlaşmak demek. Çünkü ondaki gizil gücü her seferinde bir başka veçhesiyle yaratmak, geliştirmek demek. Ama buna da her metin izin vermez. Onlar da çeviriyi ne hak, ne de talep ederler. Zaten hak ediyorsa talep de ediyordur. Çünkü o gücün, gerçekleşmesi olmazsa olmaz bir parçasıdır çeviri. O anlamda çeviri çok asli bir faaliyet. En azından Benjamin’in metafiziğinde bu böyle.

Belki şuradan bir cevap vermek mümkün. “Tarih Kavramı”ndan okuyorum: “Bu dünyada bekleniyorduk biz. Daha önceki her kuşak gibi, biz de zayıf bir Mesiyanik güçle donatılmışız, geçmişin üstünde hak ettiği bir güç…” Buradaki ‘geçmiş’i bir kez yazılmış bir metin olarak okuyun, bir şiir ya da bir roman olarak. O metin üzerimizde bir hak iddia ediyor. “Bu iddianın karşılığını vermek kolay değildir.” diye devam ediyor. Yani aslında o metni her seferinde yeniden yaratan çevirmen, o metin tarafından seçilen ve gönderilen bir Mesih’dir aslında.

Peki “Çeviri bir formdur” ifadesini nasıl anlamak gerekir sizce. “Çorap” denemesindeki “tin”i bir form olarak düşünebilir miyiz?

Evet bağlantı kurulabilir. “Çorap” metni de aslında bir tür şiirsel düzyazı metin. Bu açıdan değişik yorumlara izin veren, çok katmanlı bir yapıya sahip olduğu söylenebilir. Her şeyden önce bir imge var burada ve bu imge çok düzayak bir imge değil. “Beraberimde getirdiğimi sokuyorum, sonra çıkardığımda ortada torba kalmıyor” diyor mesela. Demek ki beraberinde getirdiği ve hep orada olan bir tin var zaten. Bunu çevirinin bir form olması düşüncesiyle ilişkilendirmenin mümkün olduğunu düşünüyorum. Şöyle düşünülebilir. Çeviri kaynak metne giderken oraya aslında zaten varolan bir şeyi götürüyor. Böyle mi? Evet, belki de böyle. Çünkü sürekli yeniden kurmaktan bahsediyor o metni. Zaten çevirinin o metne çok uçucu bir anda dokunması yeterli. Ondan sonra kendi özgür uçuşunu yapacak çeviri ve o açıdan anlamsal olarak bir sadakat katiyen beklenmiyor. Hatta ne kadar koparsa o kadar iyi diyor. O zaman aktarılan, kaynaktan aktarılan nedir? Yani hala bir referans olarak duruyorsa ve bir çeviriden bahsediyorsak orijinal metin hala bir referanstır. O da belki işte söze sadakat dediği şey. Bu da kendi dilini değiştirmekle mümkün. Benjamin bunun kendi diline acı çektirmekle, onu paralamakla mümkün olduğunu düşünüyor hatta. Orada yine bir alıntı vardır. Der ki, şimdiye kadar çevirmenler hep başka dilleri Almancalaştırmaya çalışıyorlardı; halbuki bu son derece yanlış, çünkü onlar hep Almancanın o çeviri yaptıkları andaki tesadüfi durumunu bir veri ve mutlak kabul ediyorlardı diyor. Halbuki zenginleştirmek demek şudur: Almancayı İngilizceleştirmek, Almancayı Yunanacalaştırmak, Almancayı Fransızcalaştırmakla mümkündür bir dili zenginleştirmek. Benjamin de buna katılır ve der ki, çeviri bir duvar olmamalıdır, bir kemer olmalıdır ve arkasını göstermelidir. Bu anlamda çeviri dediğim şeyi okuduğumda “Aa! Bu zaten Almanca yazılmış” gibi bir hisse kapılmamalıyım. Yani o tuhaf olmalı, yani Almancanın o anda geldiği noktayı veri kabul etmemeli, onu bir yabancı dilde yeniden kurmalı. Bir yabancı, bir öteki olarak yeniden kurmalı. Yani bozmalı bir anlamda. Zaten Hölderlin’in Sofokles çevirisindeki Almanca için de “canavarca” diyor, ama bunu olumsuz anlamda kullanmıyor.

Modernizmden postmodernizme geçiş meselesiyle ilgili bir figür daha var Benjamin’de; o da yine aslında çeviriyle bağlantılı bir şey. O da Benjamin’in işte hayatı, kendi duruşunu hep bir metin olarak kurgularken, aslında kendini bizzat özne olarak ortadan kaldırması ile ilgili. Belki metnin içerisindeki bir noktalama işareti haline geliyor. Özne sorunu modernizm için merkezi önemde bir sorun. Tanrı düşüncesine bayrak açarak, ona isyan ederek başladı belki, ama Tanrı’nın ortadan kaldırıldığı nokta, onun tahtının da ortadan kaldırılması anlamına gelmiyor. Orada bir boşluk kalıyor. Modernizm o boşluğu akılla doldurmaya çalıştı, bilimle doldurmaya çalıştı…Ama İkinci Dünya savaşına gelindiğinde, yani Hitler sonrası dönemde, artık bütün o modernist projelerin birer çöküntü, hatta vahşet haline dönüştüğünü görüyor Benjamin. Dolayısıyla özne sorununun da farkında. Onun, mutlak bir aşkın özneyi, kendi başına bir konum, bir yer olarak, bir metafizik olarak problemli bulduğundan eminim. Kendini dikiş yerlerinde gösteren, yani mutlak erk olarak değil, bir yapının, bir metnin, bir diskurun içerisinde, eklem yerlerinde ortaya çıkan bir işlev olarak gerçekleşen bir özne söz konusu. Zaten, işte çeviriyle ilgilendiği, hatta kendi yazdıklarında bile bir çevirmen gibi davrandığı görülüyor. Bir kere her şeyden önce zaten yazdıklarının büyük bir kısmı yorum, eleştiri ve başkalarının metinlerini anlama çabası. Yani onları bir anlamda kendi daha üst diline taşıma gayreti. Dolayısıyla bir tür çeviri faaliyeti. Onun dışında tarihe bakışı da… Tarihi bir metin gibi alıp daha üst düzeyde yeniden kurma çabası…İşte o anlamda da belki bir an postmodernizmi haber veriyor gibi geliyor bana Benjamin; öznenin konumunu bu şekilde sorgulamasıyla.

 

Bu yazı, 9 Nisan 2002 tarihinde Boğaziçi Üniversitesi’nde Felsefe Kulubü’nün daveti üzerine yapılan konuşmanın metnidir.