Koray KARASULU
Siyasi nedenlerle, yakın zamanlara dek Batı kaynaklı aktarımlar haricinde (örneğin büyük olasılıkla saygın bir meslektaşımız sayesinde Soğuk Savaş’ın önemli figürlerinden Nikita Hruşçov’a, hâlâ Kruşçev diyoruz) fazlaca alışverişimiz olmayan kapı komşumuz Rusya Ana ile, aslında kültürel açıdan çok zengin bir mazimiz var. Örneğin, dilimize çevrilmemiş Rus klasiği yok gibi neredeyse. Ortalama bir Türk okuru, Sovyet Edebiyatı’yla bile o dönem Türkiye’sinin eşzamanlı siyasi erklerinin engellemeye çalışmış olmasına rağmen makul sayılabilecek ölçüde tanışıktır. Hiç olmazsa Gorki, Şolohov, Mayakovski ve Simonov’un, CSKA Moskova takımının geri dörtlüsü olduğunu iddia etmeyecek kadar…
Dolayısıyla bir Rusça çevirmeni olarak, çağdaş/doksan sonrası Rus Edebiyatı için de yukarıdaki cümlenin bir benzerini kurmayı gönülden isterdim, fakat –dilerim şimdilik, hatta bu yıllık– bu konuda naçar kalıyoruz. Bu naçarlığın sebebi ise gayet ironik ve biraz da hüzünlü bir şekilde Rus Klasikleri adıyla andığımız, muazzam külliyat maalesef.
Açalım: Rus klasikleri günümüzde telifsiz, özensiz ve market reyonlarında bile satılacak kadar kolay ulaşılır, ve maalesef aynı hızla çevrilir, düzenlenir, kotarılır, intihal edilir, “derlenir”, “sadeleştirilir”; “tam metin” çevirilerle, Rusça bilmesi hiç gerekmeyen, “dünyaca ünlü” yazar-editörler yönetiminde dizi haline getirilir vb. nesneler olduğu için, üstelik de Rusçadan çevrilmeleri bile gerekmediği için büyük ya da küçük neredeyse tüm yayınevleri tarafından öncelikle tercih edilen ürünlerdir. Elbette başlıca kaygısı geçinebilmek olan bir Rusça çevirmeni için bundan daha elverişli bir durumun düşünülemeyeceği öne sürülebilir, fakat işini düzgün, dürüst ve eksiksiz yaparak emeğinin karşılığını hak etmek, gelecek kuşaklara naçizane bir “ün” bırakmak türünden çağımız koşullarında gereksiz sayılabilecek kaygılar taşıyan bir çevirmen için durum pek de öyle değil. Rusça çevirmeni sıfatı taşımayan, Rus klasiklerini Rusça asıllarından okumuş ve okuyabilecek bir okur içinse en hafifinden moral bozucu bir durum bu. Peki ne oldu da, 40’lı yıllarda “zengin bir çeviri kitaplığı” oluşturan, dönemin rüzgârıyla pek çoğu Türkçe’ye ufak tefek sorunları haricinde gayet özenli bir çalışmayla ve başarıyla çevrilmiş Rus klasikleri saygınlıklarını yitirdiler ve satışı garanti mal haline dönüştüler? Nasıl oldu da ilk birkaç forması farklı, geri kalan dört cildi bir başka baskının kopyası olan, türlü yayınevlerinden türlü çevirmen adlarıyla arka arkaya yayınlanan sahte ya da intihal Savaş ve Barış’lar kimsenin dikkatini çekmedi? Nasıl oldu da yayınevleri Rus klasikleri dizilerinde belli bir yüzdeye kadar aynılığa göz yumar oldular? Rus klasiklerinin onca farklı yayınevinden, aynı hatalarla, hatta kimi zaman aynı dizgi hatalarıyla, aynı eksiklerle, aynı fazlalıklarla (maalesef Dostoyevski’nin yeteneğini eksik bulduğu için olacak, orijinal metinlere cümleler ekleyen meslektaşlarımız, bunu hiç fark etmeyen ya da edemeyen editörlerimiz de var), aynı sansürlü kısımlarla basılmasını engelleyecek bir denetim mekanizması tesis etmek çok mu zordu da bugünkü durumla karşı karşıyayız?
Doğrusu, bu açıdan biz genç Rusça çevirmenleri kaygılıyız: Günün birinde iyi Türkçe bilen, edebiyat meraklısı bir Rus okur “Şu bizim klasikleri bir de Türkçe’sinden okuyayım” dese, kazara eline geçen tuhaf adlı bir yayınevinin, büyük olasılıkla kurgusal bir çevirmen adıyla yayınladığı bir klasiği okusa ve yurdunun büyük bir yazarının metninde yapılan tahrifatları görüp de bizi AİHM’e şikâyet etse haksız sayılır mı?
Yukarıdaki sorulardaki intihal ve tahrifat iddialarım temelsiz değil elbet. İlk birkaç forması haricinde aynı olduğunu “iddia ettiğim” iki çeviriye küçük bir örnek (elbette ad belirtmeden) verelim. Aşağıda, Tolstoy’un Savaş ve Barış‘ının Sonsöz’ünün II. Bölümünün ilk sayfası yer almakta. İlk çeviri namlı bir yayınevinin namlı bir çevirmenine (1971), sağdaki sütun ise pek o kadar namlı olmayan yayınevinin yarı-namlı bir çevirmenine aittir (1998):
[one_half last=”no”]
1971: SON SÖZ
İKİNCİ BÖLÜM
Tarihin konusu, milletlerin ve insanlığın yaşamıdır. Ama bütün insanlığın değil, bir tek ulusun bile yaşamını doğrudan doğruya kavramak ve sözle anlatmak olanaksız görünür.
Bir ulusun, kavranması olanaksız görünen yaşamının özüne inmek, onu tanımlamak için eski çağlardaki bütün tarihçiler hep aynı metodu kullanmışlardır. Hepsi, ulusları idare eden tek tek insanların eylemlerini anlatmışlardır; onlara göre, bu eylemler bir ulusun bütün eylemini yansıtmaktadır.
Bu tek tek insanların nasıl olup da ulusları kendi iradelerine göre hareket etmeye zorladıkları ve bu tek tek insanların iradelerini yöneten şeyin ne olduğu sorularına eski tarihçiler cevap vermişlerdir: Birinci soruya verdikleri cevaba göre Tanrısal bir varlığın iradesini kabul etmektedirler ve o irade ulusların kaderini insanların içinden seçilmiş bir tek insanın iradesine bağlamaktadır. İkinci sorunun cevabına göre kabul edilen Tanrısal varlık, insanların arasından seçtiği bireyi, ulusun iradesini daha önceden saptanmış bir amaca doğru yöneltmekle görevlendirmiştir.
[/one_half]
1998: İKİNCİ KISIM
I
Tarihin konusu, halkların ve insanlığın yaşamıdır. Ama değil bütün insanlığın, bir tek halkın bile yaşamını doğrudan doğruya kavramak ve sözle anlatmak olanaksız gibidir.
Bir ulusun, kavranması olanaksız görünen yaşamının özüne inmek, onu tanımlamak için, eski çağlardaki bütün tarihçiler hep aynı yöntemi kullanmışlardır. Hepsi, ulusları yöneten tek tek in-sanların eylemlerini anlatmışlardır; bu eylemler, onlara göre, bir halkın bütün elemini yansıtmaktadır.
Bu tek tek insanların nasıl olup da halkları kendi istençlerine göre devinmeye zorladıkları ve bu tek tek insanların istençlerini yöneten şeyin ne olduğu sorusuna da yanıt vermiştir eski tarihçiler. Birinci soruya verdikleri yanıta göre tanrısal bir varlığın isten-cini kabul ediyorlar ve o istenç halkların yazgısını, insanların içinden seçilmiş bir tek insanın istencine bağlıyorlar. İkinci sorunun yanıtına göre, kabul edilen tanrısal varlık, insanların arasından seçtiği bireyi halkın istencini daha önceden saptanmış bir amaca doğru yöneltmekle görevlendirilmiştir.
1998 yılında gayet başarılı bir “sadeleştirme” çalışması yapılmış değil mi; herhalde epeyce takdir ediliyor olsa gerek ki bugüne dek kimsenin sesi çıkmamış.
Ya da metinlerdeki sansürler gibi şatafatlı bir konuya girmeden, Dostoyevski’nin Ecinniler‘inin “tam çeviri” adıyla tanıtılan bir çevirisinden örnek vereyim. Önce Rusça metne, ardından namlı bir yayınevimizin, namlı bir çevirmeninin elinden çıkmış çevirisine bakıp karşılaştıralım:
“За это смеялись над ним и бранили его, а грубые кучера даже стегали великана кнутьями; но справедливо ли? Чего не может сделать привычка? Привычка привела почти к тому же и Степана Трофимовича, но еще в более невинном и безобидном виде, если можно так выразиться, потому что прекраснейший был человек.”
Namlı çeviri:
Böyle bağırıp çağırıyor diye eğlenirler onunla, ağızlarını bozarlar kentliler, yontulmamış arabacılar kırbaçlarını indirirler Dev’in suratına: Ama hakça bir şey mi bu şimdi? Alış¬kanlığın kişiye yaptıramayacağı şey mi vardır? Bir kez alıştığı bir şeyi kolay kolay bırakamaz kişi. Stepan Trofimoviç’i hemen hemen aynı duruma sokmuştu alışkanlık. Ama, doğrusunu söylemek ge-rekirse, onunki daha bir masum, çirkin kaçmayacak biçimdeydi. Çünkü kendisi pek hoş bir insandı.
Cümleleri saydığımızda Rusça çeviri üç cümleyken, çevirisi tam iki katı, altı cümle çıkıyor. Bu farkı yaratan şey çeviride cümlelerin bölünmesi elbette, ama dahası var: çeviren, herhalde Dostoyevski’nin anlatımını yeterince güçlü bulmadığından olacak, “Bir kez alıştığı bir şeyi kolay kolay bırakamaz kişi” cümlesini de ekleyiveriyor. Çevirmenin üslubundaki serbestliği bir yana bırakalım, bu kitap bir Rusça editörünün elinden geçmiş mi sizce?
Bu örneklerdeki ürkütücü yan, hiç kimsenin bunlara dikkat etmemesi ya da çekmemesi; korkunç olan yansa klasiklerin bu durumunun neredeyse bir teamül haline gelmiş olması. Oysa Rus klasikleri çevirilerine 40’lı yıllardaki saygınlıklarını (en azından bir kısım fakat bunu hak eden okurun gözünde) tekrar kazandırmak, böylece benim gibi geçimini saygınlıkla birleştirmek isteyen Rusça çevirmenlerinin sesini duyurmak için ille de sorularımda belirttiğim gibi bir denetim mekanizmasına ihtiyaç da yok. Klasik dizisi yapmaya karar veren bir yayınevinin Rusça bilen bir editörle çalışması ve bunu beyan etmesi, varolan çevirilerin yeniden gözden geçirilip eksikleri giderilerek basılması kafi bence. Belki bu yolla, günümüzde büyük oranda gerçekleşmiş görünen “zengin bir çeviri kitaplığı” düşüne bir sıfat daha eklemek kabil olur: “zengin ve saygın bir çeviri kitaplığı”.